|
|
|
KÖRFEZ SAVAŞI’NDAN 10 YIL SONRA ORTADOĞU’DAKİ ASKERİ DURUM Körfez Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ile başlayan, birçok ülkenin ekonomik ve jeostratejik çıkarları nedeniyle içinde yer aldığı ve özellikle Ortadoğu’da önemli değişikliklere yol açan gelişmelere sebep olmuştur. Yaşanan gelişmelerin en önemli yönlerinden birisini de bölgede değişen askeri dengeler teşkil etmektedir. Gelinen aşamada, ülkelerin durumunu sadece askeri güçleri ve eylemleri ile açıklamanın yeterli bir sonuç vermeyeceği düşüncesi ile konunun askeri boyutu ağırlıklı olmak üzere siyasi, sosyal ve ekonomik açılardan bir bütün olarak ele alınmasında fayda görülmüştür. Ortadoğu, her devirde güç mücadelelerine sahne olduğu gibi, aynı zamanda kültürlerin ve dinlerin de kesişme noktasında bulunmaktadır. Tarihsel özelliklerin yanında, klasik jeopolitik tezlerin, 21inci yüzyılda bölgeye ilişkin gelişmeleri açıklamakta yetersiz kaldığı da görülmektedir. Bugün bölgenin stratejik konumu, Soğuk Savaş dönemine göre oldukça farklılaşmış durumdadır. İki kutuplu dünya düzeninde Afganistan da dahil olmak üzere Güney Asya ve Ortadoğu, süper güçlerin en önemli rekabet alanı olmuş iken Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bölgenin jeopolitik parametrelerinin algılamaları da değişmiştir. Ayrıca parametrelerde çeşitliliğin arttığı da görülmektedir. Bu parametreler sıralandığında devletler; radikal, geleneksel, otokratik, demokratik, ABD yanlısı veya karşıtı gibi özelliklerle tanımlanmaktadır. Bu gelişmeler ışığında yeni ittifak ilişkileri de bölge sınırlarını aşan bir boyutta ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün artık Büyük Ortadoğu (Greater Middle East) tanımı daha fazla kullanılır hale gelmektedir. Bu tanım Cebelitarık’tan, Kırgızistan, Kazakistan, Kafkasya, Yemen ve Sudan’a kadar uzanan bölgeyi de içine almaktadır. Basra Körfezi’ni kontrol altında tutmaya büyük önem veren ABD, askeri üsleri ve geliştirdiği askeri ittifaklarla, bölge ülkelerinden bir kısmı ile her yönlü ilişkilerini geliştirmeye önem vermektedir. Bu işbirliği sayesinde Türkiye, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün bölgede anahtar ülke konumuna geldikleri söylenebilir. Dağılan SSCB sonrasında yeniden uluslararası alana dönme çabalarına girişen ve bölgenin eski aktörlerinden olan Rusya, etkinliğini arttırmaya yakın çevreden başlayarak Hazar Denizi ve Havzası’ndaki kontrolünü kaybetmemeye çalışmaktadır. Rusya’nın petrol ve doğal gaz hatlarına ilişkin politikaları açısından, Türkiye, Kuzey ve Güney Kafkasya ve Afganistan’daki siyasi gelişmeler büyük önem taşımaktadır. Rusya ayrıca İran, Türkmenistan ve Afganistan’da da etkili olmaya çalışmakta, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu ile de ilgilenmektedir. Nitekim son günlerde İran ile geliştirdiği askeri işbirliği dikkat çekicidir. Ayrıca Hürmüz Boğazı Rusya için büyük önem taşımakta, İran’ın bu bölgede gücünü kaybetmesi Rusya’yı doğrudan etkileyeceğinden, Rusya İran ile ilişkilerini güçlü tutmaya özen göstermektedir. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesini, küresel ve bölgesel düzeyde süren sorunların ve meydana gelecek gelişmelerin yönlendireceği bir gerçektir. Soğuk Savaş’ın bölgedeki kırılma noktasını oluşturan Körfez Savaşı, Ortadoğu’da köklü değişikliklere yol açmış, dengeleri sarsmış, bunu takiben yeni dengelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından ABD, tek süper güç olarak gücünü bu savaşla perçinlemiştir. Görünürde bu gelişmeler bölgede Suriye, Irak ve İran gibi radikal olarak tanımlanan rejimleri zayıflattıysa da, doğrudan Sovyet desteğinden yoksun kalan bazı ülkeler, ABD’nin zorlamasına rağmen, kendi olanakları ile ayakta kalma yeteneklerini arttırarak, bir anlamda özgüvenlerini kazanarak güçlenmeye de fırsat bulmuşlardır. Geçmişe oranla daha bağımsız hareket etme olanağını da elde eden bu devletlerin bir kısmı, ortaya çıkan bu yeni durumdan istifade ile bölgesel güç olma çabası içine girmişlerdir. Körfez Savaşı öncesi ile sonrası arasında, askeri gücün oluşumunda ve sürdürülmesinde de değişiklikler yaşanmıştır. Körfez Savaşı öncesinde var olan iki kutuplu dünya düzeninde, süper güçlerle bölge ülkeleri arasındaki stratejik işbirliği önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. İki kutuplu düzende maliyetine bakılmaksızın parası olan da olmayan da sistemden beslenmek suretiyle bir güç oluşturabilmiş ve denge bu şekilde sağlanabilmiştir. Savaştan sonra ise durum değişmiş ve askeri güç oluşturmada ülkelerin öz mali gücünün boyutu ön plana çıkmış ve önem kazanmıştır. Savaş sonrası ortaya çıkan bir diğer önemli unsur da, orduların başarısında komuta kademesinin artan rolü olmuştur. Demokratik ülkelerdeki ordularda askeri yeteneği olanlar yükselme imkanı bulmakta, sevk ve idarede başarılı olmaktadır. Demokratik olmayan ülkelerin ordularında ise askeri yetenekten çok kişisel sadakat ve ilişkiler ön plana çıkmaktadır. Körfez Savaşı ile birlikte ortaya çıkan diğer bir faktör de, toplumun ve bireylerin eğitim düzeyi ile yakından ilgilidir. Bilgi çağının sembolü haline gelen, gelişmiş ve sofistike silah sistemlerinin etkin olarak kullanılmasında, eğitim düzeyi ve kapasitesi önemli rol oynamaktadır. Kapasitenin sadece sayıca çok olmak değil, muharebe etkinliği ile yakından ilgili olan kültür, eğitim, siyasal sistem ve mali güç gibi unsurların dikkate alınması ile ölçüldüğü sonucu ortaya çıkmıştır. Yeni sistemde merkeze, teknoloji ağırlıklı olarak insan yerleşmekte ve bilgisayarlar ön plana çıkmaktadır. Kısaca C4 I olarak adlandırılan Komuta, Kontrol, Muhabere, Bilgisayar ve İstihbarat (Command, Control, Communication, Computer and Intelligence) ile haber alma ve reaksiyon süresi gittikçe kısaltılmış ve bilgi kullanımı her alanda artmıştır. Elastikiyet ve ateş gücü ön plana çıkarken küçük birlik komutanlarının önemi daha da belirginleşmiştir. Birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi, Ortadoğu da, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bugüne kadar neredeyse aynı anlaşmazlıklarla uğraşmaktadır. Bu anlaşmazlıkların ve çatışmaların bir kısmının kısa, periyodik ve şiddetli olmasına karşın, bazıları uzun ve acı veren türden olmuştur. Körfez Savaşı, bölgesel çatışmaların yayılma eğilimi gösterebileceğini ve tüm dünya için tehdit oluşturabileceğini göstermiştir. Modern silahların, uzun menzilli füzelerin ve kitle imha silahlarının transferi ve kullanımının taşıdığı riskler bölge dışındaki uluslarca da kavranmıştır. Ortadoğu’da gelecekte yaşanabilecek anlaşmazlıkların, hem bölge için, hem de dünyanın geri kalanı için çok daha kanlı ve tehlikeli olabileceği hususunda hiç şüphe bulunmamaktadır. Körfez Savaşı, sorunları çözüme kavuşturmak yerine, arkasında bıraktığı problemler ile daha kötü stratejik sonuçlar doğmasına sebep olmuştur. Körfezdeki temel güvenlik problemleri halen, İran-Irak rekabeti, körfezin güneyindeki petrolce zengin ama kuvvetçe zayıf uluslara karşı Irak ve İran’ın ortaya çıkardığı tehdit ve kitleleri tehdit edecek bir savaşın patlak vermesine yol açabilecek silahlanma ile kitle imha silahlarında ki yarış olarak şekillenmektedir. Ortadoğu birçok inanç gurupları ve milletlerden oluşmuştur. Bu milletlerden birçoğu aynı dini ve dili paylaşmasına rağmen hemen hepsinin çok farklı çıkar alanları ve ihtiyaçları vardır. Bunun yanında büyük bir kısmı da etnik ve inanç olarak bölünmüştür. Yahudi İsrail ve Pers İran, Ortadoğu’daki bu kültürel birliğin istisnası olarak bulunmaktadır. İslam, bütünleştirmenin yanında kendi içinde bölmekte ve Arap kelimesi ortak bir ırkın, ortak ihtiyaçların veya ortak siyasi tavırların bütününü tasvir etmemektedir. Bölgedeki anlaşmazlıkların çözümü, kültürel kalıplar ve siyasal sistemlerle çok yakından ilgilidir. Demokrasiden uzak baskıcı totaliter rejimlerin, uluslararası problemlerin çözümünde de kolaylıkla şiddet ve zora başvurduklarını görmek mümkündür. Bu nedenle, totaliter sistemlerin kolaylıkla sahip olacakları kitle imha silahlarını, sorumsuzca ve sonuçlarını hesaplamadan kullanabilme eğiliminde oldukları kıymetlendirilmektedir. Uzun bir sürece yayılan Arap-İsrail barış girişimleri bu günlerde dünyanın en karmaşık anlaşmazlıklarından birinin çözülmesi yolunda adım adım ilerlemektedir. Bunun sonuçlanması bölgede jeopolitik manzaranın değişmesine de yol açacaktır. Geçmişin tecrübelerine göre barış girişimlerinde ilerleme olsun yada olmasın bölgenin savunma harcamalarında hiçbir azalma olmamıştır. ABD, AB ve Rusya silah ihracatının büyük bir bölümünü elinde tutarken, en önemli müşterilerde Ortadoğu ülkeleri olmuştur. Bu yüksek kapasiteli ticaretin daha ne kadar bu şekilde devam edeceğini kestirmek zor görünmektedir. Bölgedeki siyasi, ekonomik ve sosyal değişmeler, sonunda savunma harcamalarında keskin bir azalma ile sonuçlanabilir. Savunma merkezli konseptler, çok sayıda askeri güç yerine, ileri teknoloji ürünü olan, az sayıda, ancak etkili sistemleri ön plana çıkarabilir. Bölgede Arap olmayan üç askeri güç; Türkiye, İsrail ve İran, en etkili aktörler olma durumlarını muhtemelen sürdüreceklerdir. Bu üç ülke de önemli ölçüde savunma sanayiine sahiptirler. Ortadoğu’da ki en etkili askeri güç olan İsrail, en gelişmiş savunma sanayiine sahiptir. Bunun yanı sıra Türkiye ve İsrail hem stratejik anlamda ve hem de savunma sanayii alanında iyi birer ortaktırlar. Ancak Rusya’nın, Kuzey Kore’nin ve Çin’in teknik yardımları sayesinde İran, bölgede ve ötesinde kaygı ile izlenen füze üretim yeteneğini geliştirmektedir. Siyasi ve iktisadi faktörler, Körfez Savaşı sonrası bölgede hızlı bir değişime yol açmıştır. Özellikle küreselleşmenin boyutları, gelecek yıllarda bölgede daha hızlı ve daha derin değişimleri zorunlu kılmaktadır. Bunun yanı sıra bölgeyi derinden etkileyecek hızlı nüfus artışı ve zaten var olan su kıtlığının bu artış ile daha kritik bir duruma gelmesi kendine özgü bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasi dengenin önemli unsuru olan politik liderler de hızla değişmektedir. Yıllardır iktidarda olan; Kral Hüseyin, Hafız Esad, Kral II. Hasan gibi liderler ölerek politik sahneden çekilmişlerdir. Diğerleri ise yaşlanmakta veyahut ta; Yaser Arafat, Kral Fahd ve Zayed El-Nahyan gibi ciddi hastalıklar ile savaşmaktadırlar. Bazı ülkelerde ise gittikçe yaşlanan ancak halefleri belli olmayan liderler ortaya çıkmaktadır. Uzun dönemde, Arap-İsrail barışı gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, yaşanan siyasi değişimler, ülkeler arasındaki sorunların anlaşma ile çözümlenebileceğine olan inancı arttırmaktadır. Bu da yıllardır ihmal edilen, bastırılan veya yok edilen refaha ilişkin ihtiyaçlarının karşılanması lehine bir durum yaratırken, bölgedeki anahtar ülkelerin askeri harcamalarının azalacağı bir dönemin ipuçlarını da vermektedir. Ancak bu öngörünün yakın gelecekte gerçekleşmesi pek muhtemel görünmemektedir. Arap ülkelerindeki çoğu askeri bürokratlar; dış tehlikelere karşı rejimi savunduğunu belirtmelerine rağmen, subayların hayat standartlarını geriye götüren ve azalan savunma bütçeleri, iç ve dış dengeler açısından da tehlike arz etmektedir. Bölgedeki stratejik duruma etki eden konulardan biri de İran ile Irak arasındaki ilişkilerde meydana gelen gelişmelerdir. Son zamanlarda İran ile Irak arasında bir yakınlaşma söz konusudur. İran ile Irak arasında ki ılımlı havanın en önemli nedeni, her iki ülkenin de ABD’nin Çifte Kuşatma(Dual Containment) politikasından etkilenmesi olmuştur. ABD Soğuk Savaş döneminde, bu iki ülkeden birine arka çıkarak diğerine karşı kullanmayı tercih etmişken, Körfez savaşı sonrasında politikasını değiştirmiş ve her ikisine birden sınırlama politikası başlatmıştır. Bu çifte kuşatma politikasının en önemli etkisi, bölgedeki bu iki düşman devletin birbirine yakınlaşması olarak kendini göstermiştir. İzolasyon nedeni ile yalnızlaşan bu devletleri en çok rahatsız eden nedenlerin başında, bölgedeki ABD askeri varlığı gelmektedir. Bununla birlikte, bu politikanın ilan edilmesinden sonra birbirine yine de mesafeli yaklaşan bu devletlerin tavrını değiştirmesine neden olan bir diğer gelişme daha olmuştur. Bu da, 1996 yılında gerçekleşen İsrail ve Türkiye yakınlaşmasıdır. Bu durum iki devletin dayanışmaya gitmesine de yol açmıştır. Nitekim bu tarihe kadar Irak’ın siyasi nedenlerle yaptığı jestler, İran tarafından karşılıksız bırakılmıştır. İsrail ile Türkiye arasında 1996 yılında yapılan Askeri İşbirliği Anlaşması bölge ülkelerini özellikle İran ve Irak’ın yanında Suriye’yi de endişeye sevk etmiştir. Sahip oldukları kitle imha silahları sayesinde Ortadoğu’da bölgesel güç olmaya aday bu üç ülke, bölgenin en güçlü iki ülkesi olan Türkiye ve İsrail’in birlikte hareket etmesi ile önemli bir sorunla karşılaşmışlardır. ABD’nin bölgedeki en iyi müttefiki olan bu iki devletin birlikte hareket etmesi, bu üç devleti endişeye sevk etmiştir. Bu durumun özellikle İran’ı endişelendirmiş olması, onu Irak’a yakınlaşmak zorunda bırakmıştır. Yakınlaşmanın bir diğer boyutu ise, İran’ın Suriye ile olan ilişkileri ve Suriye’nin Türkiye ve İsrail karşısındaki konumu ile ilgilidir. İran ve Suriye, endişelerini gidermek amacıyla ilişkilerini sıklaştırmaya başlamışlardır. İran ile Suriye’nin yakınlaşmasının yanında, bölge dışı en büyük aktörlerden olan Rusya’nın Irak ile gelişen ilişkilerini de dikkate aldığımızda, bölgede bir kamplaşmaya gidildiğini görmek mümkün olmaktadır. İran détente (uluslararası gerginliğin yumuşaması) politikası çerçevesinde sadece Suriye ile değil, diğer Körfez Ülkeleri ve Arap devletleri ile de yakınlaşma çabası içine girmiş durumdadır. Ancak İran için Suriye özel bir önem arz etmektedir. Özellikle Arap-İsrail çatışması çerçevesinde Suriye’nin İsrail ile anlaşma yapması İran’ı tedirgin edecektir. İki ülke arasında aynı zamanda Lübnan yüzünden de sorunlar yaşanmaktadır. Ayrıca Suriye’nin Türkiye ile olan ilişkilerinde şimdilik iyileşme belirtileri görünmesi de İran’ı rahatsız etmektedir. İki ülke ilişkilerine etki eden diğer bir faktör de ABD İran ilişkileridir. ABD son iki yılda İran’a karşı olan sert tutumunu biraz olsun yumuşatmış görünmektedir. İran’ın uzun süredir sorunlu olduğu Suudi Arabistan ile ilişkilerini iyileştirme süreci başlatması da bu çerçevede ele alınabilir. Ancak bütün bunlara rağmen ABD-İran yumuşamasının uzun vadeli olacağı ve daha ileri gideceğine yönelik veriler kuvvetli görünmemektedir. Diğer bir konu da BM’in Irak’a karşı uygulamaya koyduğu hava ambargosudur. Son zamanlarda bu uygulamanın büyük ölçüde işlemez hale geldiği görülmektedir. Rusya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin başlattığı ve sonrasında Arap dünyasının da büyük bir katılımla desteklediği bu ambargo karşıtı hareket, Irak’ın uluslararası topluma yeniden dönmesi yolunda önemli bir işaret olmaktadır. Ayrıca Irak’ın petrol karşılığı gıda programı çerçevesinde petrol satışındaki sınırın kaldırılması ile tekrar dünyanın en önemli petrol üreticilerinden birisi haline gelmesi, bir çok ülkeyi Irak’a yakınlaştırmıştır. Dünya ile ilişkilerini düzetmeye çalışan sadece İran değildir. Irak ve Suriye’nin de, dış dünya ile ilişki kurma gelişmeleri de dikkat çekicidir. Ancak bütün bu gelişmeleri değişken ve pek de güvenilir ve biraz da dürüstçe olmayan Ortadoğu politikaları anlayışı ile ihtiyatla karşılamak gerekmektedir. Bu genel çerçeve içinde, bölgedeki ülkelerin bir kısmı dengeyi muhafaza etmek ve güvenliklerini sağlamak, bir kısmı da bölgedeki dengeleri kendi lehlerine bozmak maksadıyla silahlanma faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedir. Bu ülkelerden duruma etki edecek olan ve bölgenin önemli aktörleri olarak mütalaa edilenlerin silahlanma faaliyetlerinden dikkat çeken bazı gelişmeleri incelemekte fayda mülahaza edilmektedir. Irak: Körfez savaşından önce aşırı surette güçlenen ve dengeleri bozan Irak, bazı kaynakların ifadelerine göre, ABD tarafından da teşvik edilmek suretiyle Kuveyt’e girmiş ve yine ABD’nin önderliğinde yapılan karşı müdahale sonucunda, bölgesel dengeleri bozan gücü çökertilmiştir. Körfez savaşından sonra ise, gerek iç ve gerekse dış tehdide karşı koyabilmesi için ordusunu yeniden tesis etme çabası içine girmiştir. Ekonomik gücü de çökertilen ve özellikle petrol üretim, satış ve gelirleri kontrol altına alınan ve BM kararı ile ambargo uygulanan Irak, son zamanlarda, kendisi ile ticaret yapmak isteyen ülkelerin de yardımı ile ambargoyu fiili olarak uygulanamaz duruma getirmiş, petrolü daha fazla pazarlama imkanı elde etmiş ve gelirlerinin önemli bir kısmını askeri alanda yeniden yapılanma, mevcut silah ve teçhizatını aktif hale getirme ve gücünü arttıracak yeni teşebbüslerde bulunma faaliyetlerine yöneltmiştir. Bu teşebbüslerden en önemli ve tehlikeli olanı nükleer silah yapım faaliyetidir. Batılı kaynaklara göre; Saddam Hüseyin nükleer silah yapımına tehlikeli derecede yaklaşmıştır. Irak, mühendislik sorunlarının çoğunu çözmüştür ve şimdi sadece uranyum arttırma yeteneğine ihtiyacı vardır. Eğer uluslararası müeyyideler kaldırılır ise, bu durum Saddam’ın programını yeniden yapması konusunda serbest kalmasını sağlayacak ve muhtemelen iki veya üç yıl içerisinde üretime yönelik nükleer silahlar programına sahip olmasına imkan yaratacaktır.” Yine çok önemli ve önemli olduğu kadar da ilginç olarak nitelendirilen diğer bir teşebbüs de Japonya’dan alınan Sony playstation 2’lerdir. Yine batılı kaynaklar ve özellikle US FBI, US DIA(Defence Intelligence Agency) ve World Net Daily’den alınan ve teyit edilen haberlere göre; Saddam Hüseyin’in, Sony playstation 2’lerden bir süper silah bilgisayarı inşa etmekte olması ihtimal dahilindedir. Son üç ay içerisinde 4000’e yakın konsol Irak’a gönderilmiştir ve bu güçlü oyun konsollarının parçaları birbirlerine bağlanabilmekte, entegre edilebilmekte ve arttırılabilmekte, böylece bunların elektronik güçleri, uzun menzilli füzeleri ve hatta nükleer aygıtları tasarlamak ve kontrol etmek için kullanılabilmektedir. Play station 2 yaratıcıları kasıtlı olmayarak, gelişmiş teknolojiden dolayı silah çalışmaları için ideal bir alet geliştirmişlerdir. 12-15 tanesi entegre edilmiş bir play station paketinin, bir Irak insansız hava aracını kontrol edebilecek yeterli gücü sağlayabileceği düşünülmektedir. Diğer taraftan da BM ambargosunun uygulandığı günden itibaren, Irak tarafından karşı konulan biyolojik ve kimyasal silahların ve bunların yapımının denetlenmesi konusu halen hassasiyetini korumaktadır. Irak’ın Kitle İmha Silahlarına (WMD) sahip olduğu ve bu silahları bazı gizli üretim merkezlerinde de ürettiği değerlendirilmektedir. Bu silahların, yine sahip olduğu bilinen atma vasıtaları ile kullanılabileceği tehlikesi de devam etmektedir. ABD’deki yeni yönetimin bu gelişmeleri dikkate aldığı ve geçmişten (Körfez Savaşı) gelen hassasiyetleri de göz önünde tutarak sekiz yıldır uygulanan politikada değişikliğe gideceği ve önümüzdeki yıllarda sert tedbirler alınması için dünya kamuoyu (en azından batı kamuoyu) yaratma gayreti içine gireceği değerlendirilmektedir. Suriye: Makalenin başında da belirtildiği üzere, iki kutuplu dünya düzeninde sistemden beslenen Suriye, Soğuk Savaşın sona ermesi ile bu desteğini kaybetmiş, Körfez Savaşından sonra da gerek ekonomik ve gerekse askeri güç açısından çökme noktasına gelmiştir. Özellikle Türkiye’ye karşı desteklediği, hatta organize edip yönlendirdiği PKK terör faaliyetlerini de, bir müddet sonra Türkiye’nin baskısıyla durdurmak mecburiyetinde kalmıştır. Esat’ın son zamanlarında ve özellikle Başşer döneminde, bu zayıflığın verdiği mecburiyet ile Türkiye ve Batı ile iyi münasebetler kurarak, önce çöken ekonomisini düzeltme faaliyetine yönelmiştir. Lübnan’da da etkisi kısmen azalan Suriye’nin, diğer taraftan da İsrail ile barış ortamı yaratmaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Mevcut durumu ile tehdit olabilecek güçte olmadığı kıymetlendirilen Suriye’nin bu tutumunun, güçleninceye kadar devam edeceği, ancak uzun vadede de olsa güçlenmeyi müteakip, tehlikeli boyutlarda olmasa dahi, yeniden bölge ve Türkiye için tehdit oluşturabileceği değerlendirilmektedir. Ancak bütün bunların yanında yine de silahlanma çabalarını sürdürebileceği anlaşılan Suriye, son olarak Kuzey Kore’den Scud-D füzesi aldığı ve bunu Eylül 2000’de başarılı olarak denediği öğrenilmiştir. Bu füzeler ellerindeki mevcut Scud-B ve Scud-C füzelerinden daha uzun menzilli olup, 600 Km’ye kadar ulaşabilmektedir. İran: Bu ülke körfez savaşında ve sonrasında mevcut gücünü korumuş ve hatta özellikle Irak ve Suriye’nin çökmesi ile bölgede gücünü arttırmış gibi bir duruma gelmiştir. İran’ın en büyük zaafiyeti, muhafazakarlar ve reformistlerin başlarını çektikleri iki başlı idaredir. Ancak buna rağmen bölgede silahlanma yarışında dikkat çekmektedir. Bu yarışta göze çarpan en önemli gelişme nükleer silahlar konusundadır. Üst düzey bir CIA yetkilisinin verdiği bilgiye göre İran, Rusya, Çin ve bazı diğer devletlerin yardımı ile nükleer silahlar geliştirmektedir. Yine alınan bilgilere göre 2000 yılının Eylül ayı başında bir bilimsel konferans düzenlenmiş ve bu konferansa üç İranlı nükleer bilim adamı da katılmıştır. Konferansa katılan Rusyalı ve Avrupalı nükleer uzmanı bilim adamlarına göre; İran’ın temel problemi, nükleer bombanın yapımında ki temel ve öncelikli madde olan atom çekirdeğinin nasıl elde edileceğidir. İran’ın kullandığı veya kullanabileceği kaynaklar hakkında çeşitli tahminler ileri sürülmüştür. Ayrıca, Amerikan İstihbarat Servisince atom çekirdeğinin, Kazakistan’dan İran’a kaçırıldığını belirten raporlardan bahsedilmiştir. İran’lı delegelerin her üçü de İsrail’in de nükleer silahlara sahip olduğuna ve depolarında en azından ikiyüz bombanın bulunduğuna inanmışlardır. Bununla birlikte, İsrail’i bir nükleer güç olarak görmelerine karşın, bu ülkeyi İran’a karşı bir tehlike olarak değerlendirmemektedirler. Şah’ın iktidarı kaybetmesi ile sona eren iki ülke arasındaki stratejik ittifakın, sonuçta yenileneceğini düşünmektedirler. 2000 yılı Eylül ayı başında düzenlenen bilimsel konferanstaki özel görüşmelerde, İranlı delegeler, İran’ın Ortadoğu’da güvenebileceği tek ülkenin İsrail olduğunu ve hiçbir Arap ülkesine güvenlerinin bulunmadığını belirtmişlerdir. Bu yüzden Tahran ve Kudüs arasındaki eski ittifakın bir gün tekrar canlanabileceğini, çünkü bunun hem İran hem de İsrail için hayati olduğunu belirtmişlerdir. İran’lı bilim adamları tarafından takdim edilen analizlerin temel sonucu; Tahran henüz bir nükleer politika formule etmemiş olmasına rağmen, nükleer bomba geliştirme programının son aşamasına geldiği anlaşılmaktadır. Görülüyor ki yakın gelecekte; İran, strateji oyununun yeni kurallarının yaratılması üzerine İsrail ile pazarlığa oturmaya hazırlanacaktır. Iran, terörist örgütlere verdiği desteğin yanında, artan ve gelişen kitle imha silahları ile bölgede uzun dönemde çok daha büyük bir tehlike olabilecektir. İran’da ılımlı bir lider görünümündeki Hatemi, batı ile ilişkilerini düzeltme ve ABD ile bir diyalog kurma girişimlerini sürdürmekle beraber onu iyi tanıyanlar, batıya karşı uyumlu imajının yanıltıcı olabileceği ve halen İran’ın uzun süreli amaçlarını, yani; petrol yollarını ve bölgedeki diğer ülkeleri ele geçirme amaçlarını paylaşmakta” olduğunu ifade etmektedirler. Uzun yıllardır süren Amerikan politikaları sınırlı bir başarı elde ederek, İran’a olan ihracatını kesmek suretiyle, İran’ın silah programını durdurmaya çalışmıştır. Fakat bazı uzmanlar; Kuzey Kore, Çin ve Rusya’nın yardımları ile Iran’ın balistik füzeler geliştirmesini ve halihazırdaki kitle imha silahları stoklarına yenilerini eklemesini engellemenin çok geç olabileceğini düşünmektedir. İran’ın özellikle son yıllarda dikkat çeken önemli araştırma ve geliştirme faaliyetlerinden biri de uzun menzilli füze denemeleridir. En son yapımını gerçekleştirdiği füze Şahap-3 füzesidir. İran’ın Şahap-3 füzesinin( ki bu alternatif olarak düzenlenen Zelzal füzesidir)1000-1300km menzilli Kuzey Kore’nin Nodong-1 füzesinin bir türevi olduğu söylenmektedir. Şahap-3’ün 1300-1500 km lik bir menzili olacağı ve 750 ila 1000 kilogramlık harp başlığı taşıyabileceği belirtilmektedir. Diğer bir füze de, yapım faaliyeti son aşamaya gelen Shahab-4 füzesidir. İran’ın Şahap-4 füzesinin de, 1500 km’lik menzili olan Kuzey Kore’nin Nodong-2 füzesinin bir türevi olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte bazı raporlar, bunun tamamen Rus füze teknoloijsinin bir ürünü olduğunu ve Sovyet SS-4 füzesi üzerine inşa edildiğini belirtmektedir. İran savunma bakanı Şubat 1999’da, İran’ın askeri amaçlar dışında, uzaya uydu göndermek maksadı ile Şahap-4 füzesini inşa sürecinde olduğunu belirtmiştir. Şahap-4, 1000 kg’a kadar harp başlığı taşıyabilen, 2000 km menzilli ve güdüm sistemli olarak planlanmıştır. 1996 yılındaki bir rapora göre de İran Shahab-5/Kosar füzesini geliştirmeye çalışmaktadır. Bu geliştirme aşamasındaki füzenin menzilinin 3500 mil yani 5500 km. olduğu ve Avrupa’ya kadar ulaşabileceği ifade edilmektedir. İran’ın bu sistemi beş ila on yıl içinde geliştirebileceği ifade edilmektedir. Bu duruma göre İran’ın sahip olduğu ve olacağı füzeler ile ulaşabilecekleri menziller aşağıdaki gibi sıralanabilir: Menzil Sistem Destekleyen Ülke Durumu 5500 km. Shahab-5 yerli gelişmekte 2000 km. Shahab-4 Kuzey Kore-Rusya gelişmekte 1500 km. Zelzal-3 yerli gelişmekte 1000 km. Shahab-3 Kuzey Korea test edildi 500 km. Scud-C Kuzey Korea kullanımda 300 km. Scud-B Kuzey Korea kullanımda 100 km. Mushak-120 yerli kullanımda Bu çizelge, atma vasıtalarının Kitle İmha Silahlarını ne kadar mesafelere taşıyabileceklerini ve bunun yarattığı tehdidi kıymetlendirmek maksadıyla sunulmaktadır. İsrail: Ortadoğu’daki ülkeler içinde güvenilirliği en düşük seviyede değerlendirilen ve bir dönem “Yasa Dışı Nükleer Güçler ve Serseri Devletler“ olarak sınıflandırılan İran, Irak ve Suriye’nin elinde bulundurdukları ve geliştirme safhasındaki önemli silahlarını gözden geçirdikten sonra, bu güçlere karşı koyabilecek bir sistemden de bahsetmek gerekmektedir. Bu sistem, İsrail’in son aşamaya getirdiği Arrow Karşı Füze sistemidir. Körfez Savaşı sırasında; Amerikan Patriot füzeleri İsrail ve birçok ülke tarafından yaygın bir biçimde kullanılmış, fakat yaklaşan Irak skud füzelerini vurabileceğine dair güven oluşmamıştır. Potansiyel alıcılar ise genellikle dünyanın fakir ülkeleri arasından çıkmaktadır. Raytheon firmasındaki yetkililer, balistik füze saldırılarından koruyan Arrow savunma sistemine tek ilgi gösteren ülkenin şimdilik Türkiye olduğunu ifade etmektedirler. İsrail’in füzelere karşı koyma stratejisi, yaklaşmakta olan füzeyi son safhada algılayacak şekilde düzenlenen Arrow anti-füze sistemi üzerine inşa edilmiştir. Diğer taraftan İsrail savunma güçleri, balistik füze tehlikesine daha iyi karşı koyabilme kabiliyeti sağlamak maksadıyla yeni bir strateji geliştirmişlerdir. Geliştirilen stratejiye göre, düşman derinliğindeki füze atıcılarının vurulması söz konusudur. Diğer taraftan da hava kuvvetleri, füze rampalarını uzak mesafeden bulmak ve yok etmek için, derinlikte uzun mesafelerde harekat yapmak maksadıyla eğitimlerini de geliştirmektedir. Bununla birlikte, pilotlu uçakların uzak mesafelere gönderilmesinin tehlikeleri göz önünde tutularak, pilotsuz uçaklar ile füze rampalarına taarruz usulünün geliştirilmesi üzerinde araştırma yapmaktadır. Türkiye: Kendisini bir Ortadoğu ülkesi olarak algılamamasına rağmen, Ortadoğu’daki dengelerde önemli bir yere sahip ve bölgedeki gelişmelerden etkilenen bir ülkedir. Türkiye bulunduğu coğrafya ve Jeopolitik konumu itibariyle, dünyanın en kritik ve stabil olmayan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bölgelerinin ortasında yer almakta ve bu üç bölgeden etkilenmekte ve bu bölgeleri de etkileyebilecek konumda ve durumda bulunmaktadır. Ayrıca Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile olan ilişkileri ve Avrupa Birliği’ne aday ülke olması, Türkiye’nin durumunu ayrıcalıklı kılmaktadır. Bu bölgelerin içinde Ortadoğu, tarihten gelen sorunlar nedeni ile çatışmaların en yoğun olduğu bölgedir. Üstelik bu bölge, NATO’nun yeni geliştirilen tehdit algılamasının tüm içeriklerini de ihtiva etmektedir. Yapılan analizlere göre esas sorunun, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesinden sonra doğan boşluğun doldurulamamasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir. Türkiye, Balkanlara ve Kafkaslara olduğu gibi, tarihi ve kültürel bağları nedeni ile Ortadoğu’daki mevcut sorunların çözümüne de katkı sağlayabilecek bir konumdadır. Bölgede sağlanabilecek devamlı ve adil bir barış, başta kitle imha silahları olmak üzere silahlanmaya ayrılacak kaynakların, halkın refahı ve mutluluğuna katkıda bulunmasına imkan sağlayabilecektir. Türkiye’nin konumu, bu yönde aktif girişimlerde bulunmasına imkan vermektedir. Türkiye’nin bu coğrafyada yaşayabilmesi, Atatürk’ün işaret ettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini uygulayarak bölgesinde denge unsuru olabilmesi, istikrar sağlayabilmesi ve böylece bölge ve dünya barışına hizmet edebilmesi için güçlü olması geremektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin mevcut askeri gücünü geliştirebilmesi ve modernize edebilmesi için önümüzdeki 15-20 yıl içinde gerçekleştirmeyi düşündüğü, başta taarruz helikopteri ve yeni tan üretimi olmak üzere, tank modernizasyonu, erken ikaz ve kontrol uçağı, geleceğin büyük uçağı (FLA), deniz harp araçları ve erken haber alma sistemleri gibi bir çok savunma sanayii projesi bulunmaktadır. Ortadoğu’daki diğer ülkeler ve yukarıda açıklanan ülkelerin silahlanma faaliyetleri dikkate alındığında, bölgedeki dengeleri bozma ve denge kurma çabalarının, geleceğe yönelik olarak endişeleri daha da arttırdığı durumu ortaya çıkmaktadır. Ancak İran, Suriye ve Irak dışındaki Ortadoğu ülkelerinin, genellikle Batı yanlısı oldukları ve ABD tarafından desteklendikleri gerekçesi ile barışı bozmaya yönelik bir girişimde bulunmayacakları değerlendirilmektedir. ABD’nin yeni yönetimini oluşturacak kadrolara bakıldığında da, Ortadoğu’da barışı bozacak bir teşebbüse imkan verilmeyeceği kıymetlendirilmektedir. Ortadoğu’daki son gelişmeler barışı bozacakmış gibi gözükse de, gelişen durum çerçevesinde, Ortadoğu’da savaş yapmaya ihtiyaç duyabilecek konumda ve durumda bir devlet bulunmadığı görülmektedir. Gelinen aşamada anlaşmazlık İsrail ile Filistin arasındadır. Filistin’in de savaşabilecek yapı ve güçte olmamasından dolayı klasik anlamda savaş olması mümkün görülmemektedir. Buna karşılık düşük yoğunluklu çatışma ortamının sürekli gündemde olacağı ve sağlam temellere dayanmasa dahi, geçici de olsa bir barışın sağlanabileceği, ancak psikolojik nedenlerle gerginliğin bir nesil daha geçmeden ortadan kalkmasının pek mümkün görülmediği sonucuna varılmaktadır. E.Tümg.Armağan KULOĞLU / STRATEJİK ANALİZ DERGİSİ |