Armağan KULOĞLU

 

Anasayfa
Irak Savaşı
Kronoloji
Bush'un Adamları
Saddam'ın Adamları
Basında Irak
Savaş Fotoğrafları

 

 

KÖRFEZ SAVAŞI’NDAN 10 YIL SONRA ORTADOĞU’DAKİ ASKERİ DURUM

Körfez Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ile başlayan, birçok ülkenin 
ekonomik ve jeostratejik çıkarları nedeniyle içinde yer aldığı ve özellikle 
Ortadoğu’da önemli değişikliklere yol açan gelişmelere sebep olmuştur. 
Yaşanan gelişmelerin en önemli yönlerinden birisini de bölgede değişen 
askeri dengeler teşkil etmektedir. Gelinen aşamada, ülkelerin durumunu 
sadece askeri güçleri ve eylemleri ile açıklamanın yeterli bir sonuç 
vermeyeceği düşüncesi ile konunun askeri boyutu ağırlıklı olmak üzere 
siyasi, sosyal ve ekonomik açılardan bir bütün olarak ele alınmasında fayda 
görülmüştür.

Ortadoğu, her devirde güç mücadelelerine sahne olduğu gibi, aynı zamanda 
kültürlerin ve dinlerin de kesişme noktasında bulunmaktadır. Tarihsel 
özelliklerin yanında, klasik jeopolitik tezlerin, 21inci yüzyılda bölgeye 
ilişkin gelişmeleri açıklamakta yetersiz kaldığı da görülmektedir. Bugün 
bölgenin stratejik konumu, Soğuk Savaş dönemine göre oldukça farklılaşmış 
durumdadır. İki kutuplu dünya düzeninde Afganistan da dahil olmak üzere 
Güney Asya ve Ortadoğu, süper güçlerin en önemli rekabet alanı olmuş iken 
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bölgenin jeopolitik parametrelerinin 
algılamaları da değişmiştir. Ayrıca parametrelerde çeşitliliğin arttığı da 
görülmektedir. Bu parametreler sıralandığında devletler; radikal, 
geleneksel, otokratik, demokratik, ABD yanlısı veya karşıtı gibi 
özelliklerle tanımlanmaktadır. Bu gelişmeler ışığında yeni ittifak 
ilişkileri de bölge sınırlarını aşan bir boyutta ortaya çıkmaktadır. Nitekim 
bugün artık Büyük Ortadoğu (Greater Middle East) tanımı daha fazla 
kullanılır hale gelmektedir. Bu tanım Cebelitarık’tan, Kırgızistan, 
Kazakistan, Kafkasya, Yemen ve Sudan’a kadar uzanan bölgeyi de içine 
almaktadır.

Basra Körfezi’ni kontrol altında tutmaya büyük önem veren ABD, askeri üsleri 
ve geliştirdiği askeri ittifaklarla, bölge ülkelerinden bir kısmı ile her 
yönlü ilişkilerini geliştirmeye önem vermektedir. Bu işbirliği sayesinde 
Türkiye, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün bölgede anahtar ülke 
konumuna geldikleri söylenebilir. Dağılan SSCB sonrasında yeniden 
uluslararası alana dönme çabalarına girişen ve bölgenin eski aktörlerinden 
olan Rusya, etkinliğini arttırmaya yakın çevreden başlayarak Hazar Denizi ve 
Havzası’ndaki kontrolünü kaybetmemeye çalışmaktadır. Rusya’nın petrol ve 
doğal gaz hatlarına ilişkin politikaları açısından, Türkiye, Kuzey ve Güney 
Kafkasya ve Afganistan’daki siyasi gelişmeler büyük önem taşımaktadır. Rusya 
ayrıca İran, Türkmenistan ve Afganistan’da da etkili olmaya çalışmakta, 
Basra Körfezi ve Hint Okyanusu ile de ilgilenmektedir. Nitekim son günlerde 
İran ile geliştirdiği askeri işbirliği dikkat çekicidir. Ayrıca Hürmüz 
Boğazı Rusya için büyük önem taşımakta, İran’ın bu bölgede gücünü kaybetmesi 
Rusya’yı doğrudan etkileyeceğinden, Rusya İran ile ilişkilerini güçlü 
tutmaya özen göstermektedir.

Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesini, küresel ve bölgesel düzeyde süren 
sorunların ve meydana gelecek gelişmelerin yönlendireceği bir gerçektir. 
Soğuk Savaş’ın bölgedeki kırılma noktasını oluşturan Körfez Savaşı, 
Ortadoğu’da köklü değişikliklere yol açmış, dengeleri sarsmış, bunu takiben 
yeni dengelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. SSCB’nin dağılmasının 
ardından ABD, tek süper güç olarak gücünü bu savaşla perçinlemiştir. 
Görünürde bu gelişmeler bölgede Suriye, Irak ve İran gibi radikal olarak 
tanımlanan rejimleri zayıflattıysa da, doğrudan Sovyet desteğinden yoksun 
kalan bazı ülkeler, ABD’nin zorlamasına rağmen, kendi olanakları ile ayakta 
kalma yeteneklerini arttırarak, bir anlamda özgüvenlerini kazanarak 
güçlenmeye de fırsat bulmuşlardır. Geçmişe oranla daha bağımsız hareket etme 
olanağını da elde eden bu devletlerin bir kısmı, ortaya çıkan bu yeni 
durumdan istifade ile bölgesel güç olma çabası içine girmişlerdir.

Körfez Savaşı öncesi ile sonrası arasında, askeri gücün oluşumunda ve 
sürdürülmesinde de değişiklikler yaşanmıştır. Körfez Savaşı öncesinde var 
olan iki kutuplu dünya düzeninde, süper güçlerle bölge ülkeleri arasındaki 
stratejik işbirliği önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. İki 
kutuplu düzende maliyetine bakılmaksızın parası olan da olmayan da sistemden 
beslenmek suretiyle bir güç oluşturabilmiş ve denge bu şekilde 
sağlanabilmiştir. Savaştan sonra ise durum değişmiş ve askeri güç 
oluşturmada ülkelerin öz mali gücünün boyutu ön plana çıkmış ve önem 
kazanmıştır. Savaş sonrası ortaya çıkan bir diğer önemli unsur da, orduların 
başarısında komuta kademesinin artan rolü olmuştur. Demokratik ülkelerdeki 
ordularda askeri yeteneği olanlar yükselme imkanı bulmakta, sevk ve idarede 
başarılı olmaktadır. Demokratik olmayan ülkelerin ordularında ise askeri 
yetenekten çok kişisel sadakat ve ilişkiler ön plana çıkmaktadır. Körfez 
Savaşı ile birlikte ortaya çıkan diğer bir faktör de, toplumun ve bireylerin 
eğitim düzeyi ile yakından ilgilidir. Bilgi çağının sembolü haline gelen, 
gelişmiş ve sofistike silah sistemlerinin etkin olarak kullanılmasında, 
eğitim düzeyi ve kapasitesi önemli rol oynamaktadır. Kapasitenin sadece 
sayıca çok olmak değil, muharebe etkinliği ile yakından ilgili olan kültür, 
eğitim, siyasal sistem ve mali güç gibi unsurların dikkate alınması ile 
ölçüldüğü sonucu ortaya çıkmıştır. Yeni sistemde merkeze, teknoloji 
ağırlıklı olarak insan yerleşmekte ve bilgisayarlar ön plana çıkmaktadır. 
Kısaca C4 I olarak adlandırılan Komuta, Kontrol, Muhabere, Bilgisayar ve 
İstihbarat (Command, Control, Communication, Computer and Intelligence) ile 
haber alma ve reaksiyon süresi gittikçe kısaltılmış ve bilgi kullanımı her 
alanda artmıştır. Elastikiyet ve ateş gücü ön plana çıkarken küçük birlik 
komutanlarının önemi daha da belirginleşmiştir.

Birçok üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi, Ortadoğu da, İkinci Dünya 
Savaşı’nın bitiminden bugüne kadar neredeyse aynı anlaşmazlıklarla 
uğraşmaktadır. Bu anlaşmazlıkların ve çatışmaların bir kısmının kısa, 
periyodik ve şiddetli olmasına karşın, bazıları uzun ve acı veren türden 
olmuştur.

Körfez Savaşı, bölgesel çatışmaların yayılma eğilimi gösterebileceğini ve 
tüm dünya için tehdit oluşturabileceğini göstermiştir. Modern silahların, 
uzun menzilli füzelerin ve kitle imha silahlarının transferi ve kullanımının 
taşıdığı riskler bölge dışındaki uluslarca da kavranmıştır. Ortadoğu’da 
gelecekte yaşanabilecek anlaşmazlıkların, hem bölge için, hem de dünyanın 
geri kalanı için çok daha kanlı ve tehlikeli olabileceği hususunda hiç şüphe 
bulunmamaktadır.

Körfez Savaşı, sorunları çözüme kavuşturmak yerine, arkasında bıraktığı 
problemler ile daha kötü stratejik sonuçlar doğmasına sebep olmuştur. 
Körfezdeki temel güvenlik problemleri halen, İran-Irak rekabeti, körfezin 
güneyindeki petrolce zengin ama kuvvetçe zayıf uluslara karşı Irak ve 
İran’ın ortaya çıkardığı tehdit ve kitleleri tehdit edecek bir savaşın 
patlak vermesine yol açabilecek silahlanma ile kitle imha silahlarında ki 
yarış olarak şekillenmektedir.

Ortadoğu birçok inanç gurupları ve milletlerden oluşmuştur. Bu milletlerden 
birçoğu aynı dini ve dili paylaşmasına rağmen hemen hepsinin çok farklı 
çıkar alanları ve ihtiyaçları vardır. Bunun yanında büyük bir kısmı da etnik 
ve inanç olarak bölünmüştür. Yahudi İsrail ve Pers İran, Ortadoğu’daki bu 
kültürel birliğin istisnası olarak bulunmaktadır. İslam, bütünleştirmenin 
yanında kendi içinde bölmekte ve Arap kelimesi ortak bir ırkın, ortak 
ihtiyaçların veya ortak siyasi tavırların bütününü tasvir etmemektedir.

Bölgedeki anlaşmazlıkların çözümü, kültürel kalıplar ve siyasal sistemlerle 
çok yakından ilgilidir. Demokrasiden uzak baskıcı totaliter rejimlerin, 
uluslararası problemlerin çözümünde de kolaylıkla şiddet ve zora 
başvurduklarını görmek mümkündür. Bu nedenle, totaliter sistemlerin 
kolaylıkla sahip olacakları kitle imha silahlarını, sorumsuzca ve 
sonuçlarını hesaplamadan kullanabilme eğiliminde oldukları 
kıymetlendirilmektedir.

Uzun bir sürece yayılan Arap-İsrail barış girişimleri bu günlerde dünyanın 
en karmaşık anlaşmazlıklarından birinin çözülmesi yolunda adım adım 
ilerlemektedir. Bunun sonuçlanması bölgede jeopolitik manzaranın değişmesine 
de yol açacaktır.

Geçmişin tecrübelerine göre barış girişimlerinde ilerleme olsun yada olmasın 
bölgenin savunma harcamalarında hiçbir azalma olmamıştır. ABD, AB ve Rusya 
silah ihracatının büyük bir bölümünü elinde tutarken, en önemli müşterilerde 
Ortadoğu ülkeleri olmuştur.

Bu yüksek kapasiteli ticaretin daha ne kadar bu şekilde devam edeceğini 
kestirmek zor görünmektedir. Bölgedeki siyasi, ekonomik ve sosyal 
değişmeler, sonunda savunma harcamalarında keskin bir azalma ile 
sonuçlanabilir. Savunma merkezli konseptler, çok sayıda askeri güç yerine, 
ileri teknoloji ürünü olan, az sayıda, ancak etkili sistemleri ön plana 
çıkarabilir.

Bölgede Arap olmayan üç askeri güç; Türkiye, İsrail ve İran, en etkili 
aktörler olma durumlarını muhtemelen sürdüreceklerdir. Bu üç ülke de önemli 
ölçüde savunma sanayiine sahiptirler. Ortadoğu’da ki en etkili askeri güç 
olan İsrail, en gelişmiş savunma sanayiine sahiptir. Bunun yanı sıra Türkiye 
ve İsrail hem stratejik anlamda ve hem de savunma sanayii alanında iyi birer 
ortaktırlar. Ancak Rusya’nın, Kuzey Kore’nin ve Çin’in teknik yardımları 
sayesinde İran, bölgede ve ötesinde kaygı ile izlenen füze üretim yeteneğini 
geliştirmektedir.

Siyasi ve iktisadi faktörler, Körfez Savaşı sonrası bölgede hızlı bir 
değişime yol açmıştır. Özellikle küreselleşmenin boyutları, gelecek yıllarda 
bölgede daha hızlı ve daha derin değişimleri zorunlu kılmaktadır. Bunun yanı 
sıra bölgeyi derinden etkileyecek hızlı nüfus artışı ve zaten var olan su 
kıtlığının bu artış ile daha kritik bir duruma gelmesi kendine özgü bir 
faktör olarak ortaya çıkmaktadır.

Siyasi dengenin önemli unsuru olan politik liderler de hızla değişmektedir. 
Yıllardır iktidarda olan; Kral Hüseyin, Hafız Esad, Kral II. Hasan gibi 
liderler ölerek politik sahneden çekilmişlerdir. Diğerleri ise yaşlanmakta 
veyahut ta; Yaser Arafat, Kral Fahd ve Zayed El-Nahyan gibi ciddi 
hastalıklar ile savaşmaktadırlar. Bazı ülkelerde ise gittikçe yaşlanan ancak 
halefleri belli olmayan liderler ortaya çıkmaktadır.

Uzun dönemde, Arap-İsrail barışı gerçekleşsin veya gerçekleşmesin, yaşanan 
siyasi değişimler, ülkeler arasındaki sorunların anlaşma ile 
çözümlenebileceğine olan inancı arttırmaktadır. Bu da yıllardır ihmal 
edilen, bastırılan veya yok edilen refaha ilişkin ihtiyaçlarının 
karşılanması lehine bir durum yaratırken, bölgedeki anahtar ülkelerin askeri 
harcamalarının azalacağı bir dönemin ipuçlarını da vermektedir. Ancak bu 
öngörünün yakın gelecekte gerçekleşmesi pek muhtemel görünmemektedir. Arap 
ülkelerindeki çoğu askeri bürokratlar; dış tehlikelere karşı rejimi 
savunduğunu belirtmelerine rağmen, subayların hayat standartlarını geriye 
götüren ve azalan savunma bütçeleri, iç ve dış dengeler açısından da tehlike 
arz etmektedir.

Bölgedeki stratejik duruma etki eden konulardan biri de İran ile Irak 
arasındaki ilişkilerde meydana gelen gelişmelerdir. Son zamanlarda İran ile 
Irak arasında bir yakınlaşma söz konusudur. İran ile Irak arasında ki ılımlı 
havanın en önemli nedeni, her iki ülkenin de ABD’nin Çifte Kuşatma(Dual 
Containment) politikasından etkilenmesi olmuştur. ABD Soğuk Savaş döneminde, 
bu iki ülkeden birine arka çıkarak diğerine karşı kullanmayı tercih 
etmişken, Körfez savaşı sonrasında politikasını değiştirmiş ve her ikisine 
birden sınırlama politikası başlatmıştır. Bu çifte kuşatma politikasının en 
önemli etkisi, bölgedeki bu iki düşman devletin birbirine yakınlaşması 
olarak kendini göstermiştir. İzolasyon nedeni ile yalnızlaşan bu devletleri 
en çok rahatsız eden nedenlerin başında, bölgedeki ABD askeri varlığı 
gelmektedir. Bununla birlikte, bu politikanın ilan edilmesinden sonra 
birbirine yine de mesafeli yaklaşan bu devletlerin tavrını değiştirmesine 
neden olan bir diğer gelişme daha olmuştur. Bu da, 1996 yılında gerçekleşen 
İsrail ve Türkiye yakınlaşmasıdır. Bu durum iki devletin dayanışmaya 
gitmesine de yol açmıştır. Nitekim bu tarihe kadar Irak’ın siyasi nedenlerle 
yaptığı jestler, İran tarafından karşılıksız bırakılmıştır. İsrail ile 
Türkiye arasında 1996 yılında yapılan Askeri İşbirliği Anlaşması bölge 
ülkelerini özellikle İran ve Irak’ın yanında Suriye’yi de endişeye sevk 
etmiştir. Sahip oldukları kitle imha silahları sayesinde Ortadoğu’da 
bölgesel güç olmaya aday bu üç ülke, bölgenin en güçlü iki ülkesi olan 
Türkiye ve İsrail’in birlikte hareket etmesi ile önemli bir sorunla 
karşılaşmışlardır. ABD’nin bölgedeki en iyi müttefiki olan bu iki devletin 
birlikte hareket etmesi, bu üç devleti endişeye sevk etmiştir. Bu durumun 
özellikle İran’ı endişelendirmiş olması, onu Irak’a yakınlaşmak zorunda 
bırakmıştır. Yakınlaşmanın bir diğer boyutu ise, İran’ın Suriye ile olan 
ilişkileri ve Suriye’nin Türkiye ve İsrail karşısındaki konumu ile 
ilgilidir. İran ve Suriye, endişelerini gidermek amacıyla ilişkilerini 
sıklaştırmaya başlamışlardır. İran ile Suriye’nin yakınlaşmasının yanında, 
bölge dışı en büyük aktörlerden olan Rusya’nın Irak ile gelişen ilişkilerini 
de dikkate aldığımızda, bölgede bir kamplaşmaya gidildiğini görmek mümkün 
olmaktadır. İran détente (uluslararası gerginliğin yumuşaması) politikası 
çerçevesinde sadece Suriye ile değil, diğer Körfez Ülkeleri ve Arap 
devletleri ile de yakınlaşma çabası içine girmiş durumdadır. Ancak İran için 
Suriye özel bir önem arz etmektedir. Özellikle Arap-İsrail çatışması 
çerçevesinde Suriye’nin İsrail ile anlaşma yapması İran’ı tedirgin 
edecektir. İki ülke arasında aynı zamanda Lübnan yüzünden de sorunlar 
yaşanmaktadır. Ayrıca Suriye’nin Türkiye ile olan ilişkilerinde şimdilik 
iyileşme belirtileri görünmesi de İran’ı rahatsız etmektedir. İki ülke 
ilişkilerine etki eden diğer bir faktör de ABD İran ilişkileridir. ABD son 
iki yılda İran’a karşı olan sert tutumunu biraz olsun yumuşatmış 
görünmektedir. İran’ın uzun süredir sorunlu olduğu Suudi Arabistan ile 
ilişkilerini iyileştirme süreci başlatması da bu çerçevede ele alınabilir. 
Ancak bütün bunlara rağmen ABD-İran yumuşamasının uzun vadeli olacağı ve 
daha ileri gideceğine yönelik veriler kuvvetli görünmemektedir.

Diğer bir konu da BM’in Irak’a karşı uygulamaya koyduğu hava ambargosudur. 
Son zamanlarda bu uygulamanın büyük ölçüde işlemez hale geldiği 
görülmektedir. Rusya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin başlattığı ve 
sonrasında Arap dünyasının da büyük bir katılımla desteklediği bu ambargo 
karşıtı hareket, Irak’ın uluslararası topluma yeniden dönmesi yolunda önemli 
bir işaret olmaktadır. Ayrıca Irak’ın petrol karşılığı gıda programı 
çerçevesinde petrol satışındaki sınırın kaldırılması ile tekrar dünyanın en 
önemli petrol üreticilerinden birisi haline gelmesi, bir çok ülkeyi Irak’a 
yakınlaştırmıştır. Dünya ile ilişkilerini düzetmeye çalışan sadece İran 
değildir. Irak ve Suriye’nin de, dış dünya ile ilişki kurma gelişmeleri de 
dikkat çekicidir. Ancak bütün bu gelişmeleri değişken ve pek de güvenilir ve 
biraz da dürüstçe olmayan Ortadoğu politikaları anlayışı ile ihtiyatla 
karşılamak gerekmektedir.

Bu genel çerçeve içinde, bölgedeki ülkelerin bir kısmı dengeyi muhafaza 
etmek ve güvenliklerini sağlamak, bir kısmı da bölgedeki dengeleri kendi 
lehlerine bozmak maksadıyla silahlanma faaliyetlerini sürdürmeye devam 
etmektedir. Bu ülkelerden duruma etki edecek olan ve bölgenin önemli 
aktörleri olarak mütalaa edilenlerin silahlanma faaliyetlerinden dikkat 
çeken bazı gelişmeleri incelemekte fayda mülahaza edilmektedir.



Irak:

Körfez savaşından önce aşırı surette güçlenen ve dengeleri bozan Irak, bazı 
kaynakların ifadelerine göre, ABD tarafından da teşvik edilmek suretiyle 
Kuveyt’e girmiş ve yine ABD’nin önderliğinde yapılan karşı müdahale 
sonucunda, bölgesel dengeleri bozan gücü çökertilmiştir. Körfez savaşından 
sonra ise, gerek iç ve gerekse dış tehdide karşı koyabilmesi için ordusunu 
yeniden tesis etme çabası içine girmiştir. Ekonomik gücü de çökertilen ve 
özellikle petrol üretim, satış ve gelirleri kontrol altına alınan ve BM 
kararı ile ambargo uygulanan Irak, son zamanlarda, kendisi ile ticaret 
yapmak isteyen ülkelerin de yardımı ile ambargoyu fiili olarak uygulanamaz 
duruma getirmiş, petrolü daha fazla pazarlama imkanı elde etmiş ve 
gelirlerinin önemli bir kısmını askeri alanda yeniden yapılanma, mevcut 
silah ve teçhizatını aktif hale getirme ve gücünü arttıracak yeni 
teşebbüslerde bulunma faaliyetlerine yöneltmiştir.

Bu teşebbüslerden en önemli ve tehlikeli olanı nükleer silah yapım 
faaliyetidir. Batılı kaynaklara göre; Saddam Hüseyin nükleer silah yapımına 
tehlikeli derecede yaklaşmıştır. Irak, mühendislik sorunlarının çoğunu 
çözmüştür ve şimdi sadece uranyum arttırma yeteneğine ihtiyacı vardır. Eğer 
uluslararası müeyyideler kaldırılır ise, bu durum Saddam’ın programını 
yeniden yapması konusunda serbest kalmasını sağlayacak ve muhtemelen iki 
veya üç yıl içerisinde üretime yönelik nükleer silahlar programına sahip 
olmasına imkan yaratacaktır.”

Yine çok önemli ve önemli olduğu kadar da ilginç olarak nitelendirilen diğer 
bir teşebbüs de Japonya’dan alınan Sony playstation 2’lerdir. Yine batılı 
kaynaklar ve özellikle US FBI, US DIA(Defence Intelligence Agency) ve World 
Net Daily’den alınan ve teyit edilen haberlere göre; Saddam Hüseyin’in, Sony 
playstation 2’lerden bir süper silah bilgisayarı inşa etmekte olması ihtimal 
dahilindedir. Son üç ay içerisinde 4000’e yakın konsol Irak’a gönderilmiştir 
ve bu güçlü oyun konsollarının parçaları birbirlerine bağlanabilmekte, 
entegre edilebilmekte ve arttırılabilmekte, böylece bunların elektronik 
güçleri, uzun menzilli füzeleri ve hatta nükleer aygıtları tasarlamak ve 
kontrol etmek için kullanılabilmektedir. Play station 2 yaratıcıları kasıtlı 
olmayarak, gelişmiş teknolojiden dolayı silah çalışmaları için ideal bir 
alet geliştirmişlerdir. 12-15 tanesi entegre edilmiş bir play station 
paketinin, bir Irak insansız hava aracını kontrol edebilecek yeterli gücü 
sağlayabileceği düşünülmektedir.

Diğer taraftan da BM ambargosunun uygulandığı günden itibaren, Irak 
tarafından karşı konulan biyolojik ve kimyasal silahların ve bunların 
yapımının denetlenmesi konusu halen hassasiyetini korumaktadır. Irak’ın 
Kitle İmha Silahlarına (WMD) sahip olduğu ve bu silahları bazı gizli üretim 
merkezlerinde de ürettiği değerlendirilmektedir. Bu silahların, yine sahip 
olduğu bilinen atma vasıtaları ile kullanılabileceği tehlikesi de devam 
etmektedir.

ABD’deki yeni yönetimin bu gelişmeleri dikkate aldığı ve geçmişten (Körfez 
Savaşı) gelen hassasiyetleri de göz önünde tutarak sekiz yıldır uygulanan 
politikada değişikliğe gideceği ve önümüzdeki yıllarda sert tedbirler 
alınması için dünya kamuoyu (en azından batı kamuoyu) yaratma gayreti içine 
gireceği değerlendirilmektedir.



Suriye:

Makalenin başında da belirtildiği üzere, iki kutuplu dünya düzeninde 
sistemden beslenen Suriye, Soğuk Savaşın sona ermesi ile bu desteğini 
kaybetmiş, Körfez Savaşından sonra da gerek ekonomik ve gerekse askeri güç 
açısından çökme noktasına gelmiştir. Özellikle Türkiye’ye karşı 
desteklediği, hatta organize edip yönlendirdiği PKK terör faaliyetlerini de, 
bir müddet sonra Türkiye’nin baskısıyla durdurmak mecburiyetinde kalmıştır. 
Esat’ın son zamanlarında ve özellikle Başşer döneminde, bu zayıflığın 
verdiği mecburiyet ile Türkiye ve Batı ile iyi münasebetler kurarak, önce 
çöken ekonomisini düzeltme faaliyetine yönelmiştir. Lübnan’da da etkisi 
kısmen azalan Suriye’nin, diğer taraftan da İsrail ile barış ortamı 
yaratmaya çalıştığı gözlemlenmektedir. Mevcut durumu ile tehdit olabilecek 
güçte olmadığı kıymetlendirilen Suriye’nin bu tutumunun, güçleninceye kadar 
devam edeceği, ancak uzun vadede de olsa güçlenmeyi müteakip, tehlikeli 
boyutlarda olmasa dahi, yeniden bölge ve Türkiye için tehdit 
oluşturabileceği değerlendirilmektedir. Ancak bütün bunların yanında yine de 
silahlanma çabalarını sürdürebileceği anlaşılan Suriye, son olarak Kuzey 
Kore’den Scud-D füzesi aldığı ve bunu Eylül 2000’de başarılı olarak denediği 
öğrenilmiştir. Bu füzeler ellerindeki mevcut Scud-B ve Scud-C füzelerinden 
daha uzun menzilli olup, 600 Km’ye kadar ulaşabilmektedir.

İran:

Bu ülke körfez savaşında ve sonrasında mevcut gücünü korumuş ve hatta 
özellikle Irak ve Suriye’nin çökmesi ile bölgede gücünü arttırmış gibi bir 
duruma gelmiştir. İran’ın en büyük zaafiyeti, muhafazakarlar ve 
reformistlerin başlarını çektikleri iki başlı idaredir. Ancak buna rağmen 
bölgede silahlanma yarışında dikkat çekmektedir. Bu yarışta göze çarpan en 
önemli gelişme nükleer silahlar konusundadır. Üst düzey bir CIA yetkilisinin 
verdiği bilgiye göre İran, Rusya, Çin ve bazı diğer devletlerin yardımı ile 
nükleer silahlar geliştirmektedir. Yine alınan bilgilere göre 2000 yılının 
Eylül ayı başında bir bilimsel konferans düzenlenmiş ve bu konferansa üç 
İranlı nükleer bilim adamı da katılmıştır. Konferansa katılan Rusyalı ve 
Avrupalı nükleer uzmanı bilim adamlarına göre; İran’ın temel problemi, 
nükleer bombanın yapımında ki temel ve öncelikli madde olan atom 
çekirdeğinin nasıl elde edileceğidir. İran’ın kullandığı veya 
kullanabileceği kaynaklar hakkında çeşitli tahminler ileri sürülmüştür. 
Ayrıca, Amerikan İstihbarat Servisince atom çekirdeğinin, Kazakistan’dan 
İran’a kaçırıldığını belirten raporlardan bahsedilmiştir. İran’lı 
delegelerin her üçü de İsrail’in de nükleer silahlara sahip olduğuna ve 
depolarında en azından ikiyüz bombanın bulunduğuna inanmışlardır. Bununla 
birlikte, İsrail’i bir nükleer güç olarak görmelerine karşın, bu ülkeyi 
İran’a karşı bir tehlike olarak değerlendirmemektedirler. Şah’ın iktidarı 
kaybetmesi ile sona eren iki ülke arasındaki stratejik ittifakın, sonuçta 
yenileneceğini düşünmektedirler. 2000 yılı Eylül ayı başında düzenlenen 
bilimsel konferanstaki özel görüşmelerde, İranlı delegeler, İran’ın 
Ortadoğu’da güvenebileceği tek ülkenin İsrail olduğunu ve hiçbir Arap 
ülkesine güvenlerinin bulunmadığını belirtmişlerdir. Bu yüzden Tahran ve 
Kudüs arasındaki eski ittifakın bir gün tekrar canlanabileceğini, çünkü 
bunun hem İran hem de İsrail için hayati olduğunu belirtmişlerdir. İran’lı 
bilim adamları tarafından takdim edilen analizlerin temel sonucu; Tahran 
henüz bir nükleer politika formule etmemiş olmasına rağmen, nükleer bomba 
geliştirme programının son aşamasına geldiği anlaşılmaktadır. Görülüyor ki 
yakın gelecekte; İran, strateji oyununun yeni kurallarının yaratılması 
üzerine İsrail ile pazarlığa oturmaya hazırlanacaktır.

Iran, terörist örgütlere verdiği desteğin yanında, artan ve gelişen kitle 
imha silahları ile bölgede uzun dönemde çok daha büyük bir tehlike 
olabilecektir. İran’da ılımlı bir lider görünümündeki Hatemi, batı ile 
ilişkilerini düzeltme ve ABD ile bir diyalog kurma girişimlerini sürdürmekle 
beraber onu iyi tanıyanlar, batıya karşı uyumlu imajının yanıltıcı 
olabileceği ve halen İran’ın uzun süreli amaçlarını, yani; petrol yollarını 
ve bölgedeki diğer ülkeleri ele geçirme amaçlarını paylaşmakta” olduğunu 
ifade etmektedirler.

Uzun yıllardır süren Amerikan politikaları sınırlı bir başarı elde ederek, 
İran’a olan ihracatını kesmek suretiyle, İran’ın silah programını durdurmaya 
çalışmıştır. Fakat bazı uzmanlar; Kuzey Kore, Çin ve Rusya’nın yardımları 
ile Iran’ın balistik füzeler geliştirmesini ve halihazırdaki kitle imha 
silahları stoklarına yenilerini eklemesini engellemenin çok geç 
olabileceğini düşünmektedir.

İran’ın özellikle son yıllarda dikkat çeken önemli araştırma ve geliştirme 
faaliyetlerinden biri de uzun menzilli füze denemeleridir. En son yapımını 
gerçekleştirdiği füze Şahap-3 füzesidir. İran’ın Şahap-3 füzesinin( ki bu 
alternatif olarak düzenlenen Zelzal füzesidir)1000-1300km menzilli Kuzey 
Kore’nin Nodong-1 füzesinin bir türevi olduğu söylenmektedir. Şahap-3’ün 
1300-1500 km lik bir menzili olacağı ve 750 ila 1000 kilogramlık harp 
başlığı taşıyabileceği belirtilmektedir.

Diğer bir füze de, yapım faaliyeti son aşamaya gelen Shahab-4 füzesidir. 
İran’ın Şahap-4 füzesinin de, 1500 km’lik menzili olan Kuzey Kore’nin 
Nodong-2 füzesinin bir türevi olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte bazı 
raporlar, bunun tamamen Rus füze teknoloijsinin bir ürünü olduğunu ve Sovyet 
SS-4 füzesi üzerine inşa edildiğini belirtmektedir. İran savunma bakanı 
Şubat 1999’da, İran’ın askeri amaçlar dışında, uzaya uydu göndermek maksadı 
ile Şahap-4 füzesini inşa sürecinde olduğunu belirtmiştir. Şahap-4, 1000 
kg’a kadar harp başlığı taşıyabilen, 2000 km menzilli ve güdüm sistemli 
olarak planlanmıştır.

1996 yılındaki bir rapora göre de İran Shahab-5/Kosar füzesini geliştirmeye 
çalışmaktadır. Bu geliştirme aşamasındaki füzenin menzilinin 3500 mil yani 
5500 km. olduğu ve Avrupa’ya kadar ulaşabileceği ifade edilmektedir. İran’ın 
bu sistemi beş ila on yıl içinde geliştirebileceği ifade edilmektedir. Bu 
duruma göre İran’ın sahip olduğu ve olacağı füzeler ile ulaşabilecekleri 
menziller aşağıdaki gibi sıralanabilir:

Menzil Sistem Destekleyen Ülke Durumu

5500 km. Shahab-5 yerli gelişmekte

2000 km. Shahab-4 Kuzey Kore-Rusya gelişmekte

1500 km. Zelzal-3 yerli gelişmekte

1000 km. Shahab-3 Kuzey Korea test edildi

500 km. Scud-C Kuzey Korea kullanımda

300 km. Scud-B Kuzey Korea kullanımda

100 km. Mushak-120 yerli kullanımda

Bu çizelge, atma vasıtalarının Kitle İmha Silahlarını ne kadar mesafelere 
taşıyabileceklerini ve bunun yarattığı tehdidi kıymetlendirmek maksadıyla 
sunulmaktadır.

İsrail:

Ortadoğu’daki ülkeler içinde güvenilirliği en düşük seviyede değerlendirilen 
ve bir dönem “Yasa Dışı Nükleer Güçler ve Serseri Devletler“ olarak 
sınıflandırılan İran, Irak ve Suriye’nin elinde bulundurdukları ve 
geliştirme safhasındaki önemli silahlarını gözden geçirdikten sonra, bu 
güçlere karşı koyabilecek bir sistemden de bahsetmek gerekmektedir. Bu 
sistem, İsrail’in son aşamaya getirdiği Arrow Karşı Füze sistemidir. Körfez 
Savaşı sırasında; Amerikan Patriot füzeleri İsrail ve birçok ülke tarafından 
yaygın bir biçimde kullanılmış, fakat yaklaşan Irak skud füzelerini 
vurabileceğine dair güven oluşmamıştır. Potansiyel alıcılar ise genellikle 
dünyanın fakir ülkeleri arasından çıkmaktadır. Raytheon firmasındaki 
yetkililer, balistik füze saldırılarından koruyan Arrow savunma sistemine 
tek ilgi gösteren ülkenin şimdilik Türkiye olduğunu ifade etmektedirler.

İsrail’in füzelere karşı koyma stratejisi, yaklaşmakta olan füzeyi son 
safhada algılayacak şekilde düzenlenen Arrow anti-füze sistemi üzerine inşa 
edilmiştir. Diğer taraftan İsrail savunma güçleri, balistik füze tehlikesine 
daha iyi karşı koyabilme kabiliyeti sağlamak maksadıyla yeni bir strateji 
geliştirmişlerdir. Geliştirilen stratejiye göre, düşman derinliğindeki füze 
atıcılarının vurulması söz konusudur. Diğer taraftan da hava kuvvetleri, 
füze rampalarını uzak mesafeden bulmak ve yok etmek için, derinlikte uzun 
mesafelerde harekat yapmak maksadıyla eğitimlerini de geliştirmektedir. 
Bununla birlikte, pilotlu uçakların uzak mesafelere gönderilmesinin 
tehlikeleri göz önünde tutularak, pilotsuz uçaklar ile füze rampalarına 
taarruz usulünün geliştirilmesi üzerinde araştırma yapmaktadır.

Türkiye:

Kendisini bir Ortadoğu ülkesi olarak algılamamasına rağmen, Ortadoğu’daki 
dengelerde önemli bir yere sahip ve bölgedeki gelişmelerden etkilenen bir 
ülkedir. Türkiye bulunduğu coğrafya ve Jeopolitik konumu itibariyle, 
dünyanın en kritik ve stabil olmayan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu 
bölgelerinin ortasında yer almakta ve bu üç bölgeden etkilenmekte ve bu 
bölgeleri de etkileyebilecek konumda ve durumda bulunmaktadır. Ayrıca Orta 
Asya Türk Cumhuriyetleri ile olan ilişkileri ve Avrupa Birliği’ne aday ülke 
olması, Türkiye’nin durumunu ayrıcalıklı kılmaktadır. Bu bölgelerin içinde 
Ortadoğu, tarihten gelen sorunlar nedeni ile çatışmaların en yoğun olduğu 
bölgedir. Üstelik bu bölge, NATO’nun yeni geliştirilen tehdit algılamasının 
tüm içeriklerini de ihtiva etmektedir. Yapılan analizlere göre esas sorunun, 
Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesinden sonra doğan boşluğun 
doldurulamamasından kaynaklandığı değerlendirilmektedir. Türkiye, Balkanlara 
ve Kafkaslara olduğu gibi, tarihi ve kültürel bağları nedeni ile 
Ortadoğu’daki mevcut sorunların çözümüne de katkı sağlayabilecek bir 
konumdadır. Bölgede sağlanabilecek devamlı ve adil bir barış, başta kitle 
imha silahları olmak üzere silahlanmaya ayrılacak kaynakların, halkın refahı 
ve mutluluğuna katkıda bulunmasına imkan sağlayabilecektir. Türkiye’nin 
konumu, bu yönde aktif girişimlerde bulunmasına imkan vermektedir. 
Türkiye’nin bu coğrafyada yaşayabilmesi, Atatürk’ün işaret ettiği “Yurtta 
sulh, cihanda sulh” ilkesini uygulayarak bölgesinde denge unsuru olabilmesi, 
istikrar sağlayabilmesi ve böylece bölge ve dünya barışına hizmet edebilmesi 
için güçlü olması geremektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin mevcut askeri 
gücünü geliştirebilmesi ve modernize edebilmesi için önümüzdeki 15-20 yıl 
içinde gerçekleştirmeyi düşündüğü, başta taarruz helikopteri ve yeni tan 
üretimi olmak üzere, tank modernizasyonu, erken ikaz ve kontrol uçağı, 
geleceğin büyük uçağı (FLA), deniz harp araçları ve erken haber alma 
sistemleri gibi bir çok savunma sanayii projesi bulunmaktadır.

Ortadoğu’daki diğer ülkeler ve yukarıda açıklanan ülkelerin silahlanma 
faaliyetleri dikkate alındığında, bölgedeki dengeleri bozma ve denge kurma 
çabalarının, geleceğe yönelik olarak endişeleri daha da arttırdığı durumu 
ortaya çıkmaktadır. Ancak İran, Suriye ve Irak dışındaki Ortadoğu 
ülkelerinin, genellikle Batı yanlısı oldukları ve ABD tarafından 
desteklendikleri gerekçesi ile barışı bozmaya yönelik bir girişimde 
bulunmayacakları değerlendirilmektedir. ABD’nin yeni yönetimini oluşturacak 
kadrolara bakıldığında da, Ortadoğu’da barışı bozacak bir teşebbüse imkan 
verilmeyeceği kıymetlendirilmektedir. Ortadoğu’daki son gelişmeler barışı 
bozacakmış gibi gözükse de, gelişen durum çerçevesinde, Ortadoğu’da savaş 
yapmaya ihtiyaç duyabilecek konumda ve durumda bir devlet bulunmadığı 
görülmektedir. Gelinen aşamada anlaşmazlık İsrail ile Filistin arasındadır. 
Filistin’in de savaşabilecek yapı ve güçte olmamasından dolayı klasik 
anlamda savaş olması mümkün görülmemektedir. Buna karşılık düşük yoğunluklu 
çatışma ortamının sürekli gündemde olacağı ve sağlam temellere dayanmasa 
dahi, geçici de olsa bir barışın sağlanabileceği, ancak psikolojik 
nedenlerle gerginliğin bir nesil daha geçmeden ortadan kalkmasının pek 
mümkün görülmediği sonucuna varılmaktadır.

 E.Tümg.Armağan KULOĞLU / STRATEJİK ANALİZ DERGİSİ