IRAK KRİZİ: ORTADOĞU'NUN YENİDEN YAPILANDIRILMASININ İLK AŞAMASI MI?
İslam’ın küresel sisteme meydan okuduğu düşüncesinde olan ve ‘yeni bir İslam
anlayışı’nın geliştirilmesi gerektiğini savunan İsrail ve ABD bölgeye yeni
şeklini verirken Türkiye’yi bir araç olarak da görebilir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) 2002-2003 Irak Krizi’nde ciddi bir
uluslararası destek sorunu yaşamamıştır. Uluslararası kamuoyu ABD’nin
iddialarını ‘haklı’ bulmazken tepkisini sokak gösterilerine ve protestolara
kadar taşınmıştır. Bu tür Amerika karşıtı tepkisel yaklaşımlar yeni
değildir. Amerika’nın ‘tek başına belirleyici olma arzusu’ bu tür tepkilere
gerekli meşruiyeti ve uygun zemini hazırlamaktadır. Ancak bu krizde dikkat
çekici olan nokta, benzeri tepkilerin hükümetler bazında da yükselmesi ve
Amerika’nın yakın müttefiki sayılabilecek çok sayıda ülkenin de ‘ikna
edilememiş’ olmasıdır. Almanya ve Fransa gibi bazı ülkeler açıkça ABD’ye
karşı çıkmışlardır. Türkiye gibi bazı ülkeler ise, BM kararlarını gerekçe
göstererek isteksizliklerini belli etmişlerdir. Çok sayıda ülke ise AB’nin
yanında görünmektedir, ancak bu beraberliğin bu ülkelerin iradelerinden çok
‘ABD’nin bu ülkeleri ikna etmek için Saddam Hüseyin rejimini tehdit olarak
göstermesine karşın bölge ülkelerinin asıl tehdit algılamaları Irak’tan
değil, sonu bilinmeyen AB politikalarından kaynaklanmaktadır. Bu çalışma
AB’nin bu kez neden bu kadar güçlü bir dirençle karşılaştığını ve bölge
ülkelerin korkularının nedenlerini ele alacaktır.
I. 11 Eylül Ve Amerika’nın Orta Doğu Politikası
11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD’nin Orta Doğu politikalarında da
radikal ve yapısal ciddi değişiklikler gözlenmiştir. O tarihe kadar
Filistinli ya da İranlı terör gruplarına alışık olan ABD Bin Ladin ve
EL-Kaide ile birlikte ‘İslam ve terör’ün en yakın müttefikleri olan Suudi
Arabistan ve Körfez Şeyhlikleri ‘nde de gelişebileceğini daha iyi
anlamıştır. Ayrıca 11 Eylül saldırıları sonrasında başta Suudi Arabistan
olmak üzere bir çok Arap ülkesinin ABD’yi eleştiren yaklaşımı, en azından
ABD’nin beklediği sıcaklığı bu ülkelerde bulamaması bu ülkelere dönük
şüpheleri araştırmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak ABD Kongresi, RAND
Corporation gibi Amerikan dış politikasının karar alma mekanizmasındaki
kilit noktalarda Suudi Arabistan neredeyse ilk defa olarak açıkça
eleştirilmeye başlanmıştır. Suudi Arabistan Amerikan gazetelerine verdiği
ilanlar yoluyla gerginliği azaltmaya çalışmışsa da taraflar birbirlerinin
politikalarından memnun olmadıklarını her hareketlerinde belli etmişlerdir.
El-Kaide ile Körfez ülkeleri arasındaki bağlantılar ve 11 Eylül’den sonra bu
ülkelerde Amerikan hedeflerine yapılan saldırılar ilişkileri germeye devam
etmiştir. Şüphesiz bu gerginlikte en en önemli paylardan biri de İsrail’e
ait olmuştur. İsrail ve Yahudi lobisi o ana kadar AB için hiçbir Arap
ülkesinin ‘gerçek dost’ olmayacağını savunmuş, bu olaylar sayesinde savını
‘ispat etme’ fırsatını yakalamıştır.
Bu çerçevede, Soğuk Savaş’tan sonra ısrarla savunulan ‘medeniyetler arası
çatışma’ tezi daha çok taraflar bulmaya başlamıştır. Denilebilir ki 11 Eylül
saldırılarıyla birlikte AB Soğuk Savaş sonrası düzenin teorisine
kavuşmuştur. Bu teoriye göre Orta Doğu’da yeni bir düzen şarttır. Bu düzen
ise Arap ülkelerine daha az güvene, bölgedeki Amerikan varlığının ise daha
fazla arttırılmasına dayanmaktadır. Ayrıca, küresel sisteme entegre olmakta
‘direnen’ İslam’ı ehlileştirmek de bir diğer hedeftir. Bu bağlamda
hedeflerin uygulanabilmesi ve politikaları meşrulaştırabilmek için ilk olarak
geniş bir cephe oluşturulmaya çalışılmıştır. ABD, müttefiklerine ve tüm
dünyaya yaptığı çağrılarda ‘uluslararası terör’e karşı ülkelerin ABD’nin
yanında yer almaları gerektiğini, bu ‘savaş’ta tarafsız olmanın mümkün
olamayacağını, bunu iddia edenlerin ABD’nin karşısında yer almış
olacaklarını iddia etmiştir. Soğuk Savaş söyleminin uzantısı sayılabilecek
bu yaklaşımı ilk uygulamasını Afganistan’da bulmuştur. Taliban yönetimi ile
El-Kaide arasındaki açık bağ ve Afganistan’ın kendine özgü stratejik konumu
nedeniyle ABD bu operasyonda ciddi bir destek bulmuştur. Başta Anglo-Saxon
dünyası, Almanya, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünya
ABD’ne direnç göstermemiştir. Hatırlanacağı üzere aktif destek sağlayan
ülkelere Türkiye de katılmıştır. Buna rağmen, ABD’nin kendi başına hareket
etme ve müttefiklerini yeterince bilgilendirmeme yaklaşımı dünya kamuoyunda
küçük çaplı tepkilere de neden olmuştur. Afganistan’da asıl tarafların ABD
ve önemli noktalarda Arapların yer aldığı Taliban yönetimi ve yeni bir Arap
örgütü olan El-Kaide’nin bulunması özellikle Körfez bölgesinde karışık
duygulara neden olmuştur. ABD’nin bur Suudi Arabistanlıyı, üstelik ‘İslam’ı
savunduğunu iddia eden’ bir Suudi Arabistanlıyı hedef alması Orta Doğu
dengelerine doğrudan yansıyacaktır.
ABD, Afganistan müdahalesi sayesinde üç önemli hedefe ulaşmıştır. İlk olarak
istikrarsızlık ve tehdit kaynağı bir bölge kontrol altına alınmıştır. İkinci
olarak operasyon sayesinde Çin sınırından Kafkasya’ya kadar uzanan geniş bir
enerji hattına Amerikan askerleri yerleşmiş, böylece Orta Doğu’ya alternatif
olarak görülen Orta Asya-Kafkasya enerji hattında Çin ve Rusya etkisiz hale
getirilmiş, Amerika’nın bölgede doğrudan varlığı tesis edilmiştir. Üçüncü
kazanç ise sıranın Orta Doğu’ya gelmiş olmasıdır. Ancak ne Irak,
Afganistan’dır, ne de Orta Doğu, Orta Asya’dır.
II. Irak Krizi ve ABD Politikalarına Karşı Direnç
ABD’nin Iram politikası incelendiğinde Amerikalı karar alıcıların
politikalarını İsrail, İngiltere ve Avustralya dışındaki müttefikleriyle
paylaşmaya pek istekli olmadıkları anlaşılıyor. Adı geçen müttefikleriyle
gerçek politikaların ne kadar tartışıldığı dahi açık değildir. Buna karşın
ABD müttefiklerinden ve tüm dünyadan Irak operasyonu için destek
istemektedir. Üstelik bu müdahale için gerekli olan kanıtlar diğer ülkelerce
‘tatmin edici’ bulunmamasına karşın. Bu yaklaşım, daha öncede belirtildiği
üzere başta bölge ülkeleri olmak üzere tüm dünyada ciddi bir dirençle
karşılanmıştır. Bunun temel nedeninin ABD’nin sonu bilinmeyen Orta Doğu
tasarımı olduğu söylenebilir. Bu bağlamda ABD politikalarına direnç,
bölgelere göre şu şekilde incelenebilir:
1. Avrupa, Rusya ve Çin
İngiltere dışında kalan kıta Avrupası’nın ABD’den çok öncelere dayanan bir
Orta Doğu politikası zaten mevcuttur. Özellikle Almanya dünya liderliği için
Orta Doğu’yu kilit bir bölge saymaktadır ve küresel rekabette bu önemin 21.
yüzyılda artarak devam ettiğini düşünmektedir. Fransa ise bilindiği üzere
Amerikan politikasına karşı şüpheciliği ile tanınan bir devlettir.
Dolayısıyla, ABD’ne direncin bu iki ülkede birleşmesi şaşırtıcı değildir.
Ancak direncin en önemli nedeninin ABD’nin Orta Doğu tasarımları konusunda
bilgi vermemesinden kaynaklandığı söylenebilir. Saddam Hüseyin’den sonra
Irak kaç parçaya ayrılacaktır, bir Kürt devleti kurulacak mıdır, Fransa,
Rusya, Çin gibi ülkelerin Hüseyin rejimi ile imzaladığı milyarlarca dolar
değerindeki anlaşmalar geçerli olacak mıdır? Tüm bu sorular henüz
cevaplanabilmiş değildir. Buna karşın ABD ‘kimsenin onayına ihtiyaç duymadan
Irak’a müdahalede bulunabileceğini sıkça tekrar etmiştir. Buna rağmen en son
aşamada ABD ülkelerinin önemli bir kısmının ABD’ye destek vermekten
çekinmeyeceklerini söylenebilir. Çünkü ABD’nin küresel liderliğine gerçek
anlamda meydan okuyabilecek ekonomik, askeri ve motoral güç henüz ortaya
çıkmış değildir.
Benzeri tespitler Rusya ve Çin için de yapılabilir. Pasif direniş gösteren
bu iki ülke Irak’I bir pazarlık unsuru olarak da görmektedirler. Ancak asıl
sorun Irak’tan daha önemli iç ve yakın bölge sorunlarına sahip olmalarıdır.
Örneğin Rusya için Çeçenistan ve bu daha önemlidir.
2. Bölge Ülkeleri
Yukarıda değinildiği üzere Irak’a dönük Amerikan politikalarının en büyük
endişe yarattığı ülkeler ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki olan Suudi
Arabistan, Mısır ve diğer bazı Arap ülkeleridir. Son dönem Arap medyası
incelendiğinde bu ülkeler Amerikan operasyonunun aslında Irak’a değil kendi
rejimlerine karşı yapıldığını düşünmeye başlamışlardır. Arap medyasına göre
asıl hedefin Saddam Hüseyin rejiminden çok Arap rejimleridir. Mısır ve Suudi
Arabistan yönetimlerine göre Irak’ta muhtemel bir rejim değişikliğinin
ardından bölgedeki varlığı daha da artacak olan ABD’nin mevcut rejimlere
olan hoşgörüsü daha da azalacaktır. Özellikle El-Kaide ile bağlantıları
olduğu yönünde ağır eleştiriler alan Suudi Arabistan için Saddam Hüseyin
sonrası Orta Doğu’da yaşam çok daha zor olacaktır. Aynı şekilde İsrail
tarafından da terör bağlantıları nedeniyle eleştirilen Suriye de Orta
Doğu’daki herhangi bir rejimi rahatça değiştirebilen bir ABD’nden büyük bir
rahatsızlık duymaktadır. Bu bağlamda Suriye’nin son dönemde Türkiye’ye olan
ilgisinin artması ve Türkiye ile sorunlarını ortadan kaldırmak için ‘aşırı
istekli’ görünmesi de anlamlıdır. Bu yolla Beşar Esad bir anlamda Saddam
Hüseyin sonrası Orta Doğu için hazırlık yapmaktadır: Bir yandan ABD’ne
yaklaşmak için ‘arka kapı’, yani Türkiye kullanılmaktadır, diğer taraftan
Saddam Hüseyin sonrasında Türkiye ile kurulacak güçlü bağlar sayesinde
bölgesel bir ‘dost’ yaratılmaya çalışılmaktadır.
Aynı şekilde Ürdün ve körfez ülkeleri de Irak’taki rejim değişikliği
olasılığını büyük bir kaygıyla izlemektedirler. Özellikle Ürdün, kuruluş
itibarıyla Irak’a benzer benzer bir süreçten geçtiği için Irak’tan sonra
sıranın kendisine geleceğini ve Filistin sorununun kendi sınırları ve rejimi
değiştirilerek çözülmesinden endişe etmektedir. Özellikle İsrail’de ve ABD
Yahudi lobisinde seslendirilen Filistin sorununun Filistinlilerin Irak’a ya
da Ürdün’e nakli yoluyla çözümü fikri Ürdün ve genel olarak Arap dünyasını
endişelendirmektedir. Yahudi lobisinde seslendirilen görüşlerin kısa sürede
Amerikan dış politikasında uygulama fırsatı bulması bu endişeleri ciddiye
almayı gerektirmektedir.
Özetlenecek olursa, ABD bölge ülkeleri ile Irak operasyonu sonrasına dönük
hedeflerini paylaşmamaktadır. Asıl hedefin Saddam Hüseyin rejimi mi, yoksa
Arap rejimleri mi olduğu konusunda dahi kesin bir kanaat belirmemiştir. Bu
ortamda tüm Arap ülkeleri rejimleri ve sınırları konusunda endişe
duymaktadır.
III. ABD Orta Doğu’yu Yeniden Yapılandırabilir mi?
Bu noktada sorulması gereken ‘ABD tüm bölgeyi yeniden yapılandırabilecek
güce sahip midir?’ sorusu olmalıdır. Cevabı kolay olmamakla birlikte,
ABD’ye bu gücü verenin kendi ulusal gücünden çok bölgesel nedenler olduğu
söylenebilir. Bölgenin nispeten zayıf ve yapay olan yapısı dış müdahaleleri
kolaylaştırmakta ve bölgesel rejimlerin devamını küresel aktörlerin
tercihine bırakabilmektedir. Küresel sistem düzleminde Orta Doğu ile ilgili
sorunlarda ABD’ne karşı koyabilecek bir gücün henüz sahneye çıkmamış olması
da bölgenin zayıflığını arattırmaktadır. İsrail’in Filistin sorununda tüm
dünyanın ve Avrupa Birliği’nin muhalefetine rağmen ABD’nden aldığı destek
ile istediği en radikal manevraları dahi yapabilmesi bu durumu
kanıtlamaktadır.
Bir diğer sorun ise yapabilmesi bu durumu kanıtlamaktadır.
Bir diğer sorun ise Arap devletlerinin büyük bir çoğunluğunun
meşruiyetlerini kendi halkları yerine dış destekten alıyor olmasıdır.
Kurduğu devlet yapısı ve askeri önlemler ile Arap dünyasının en güçlü
rejimlerinden sayılan Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması halinde diğer
birçok Arap ülkesinde ABD’ne rağmen ayakta kalabilecek rejim sayısı çok
azdır. Bu nedenledir ki hedef tahtasında olmasına karşın meşruiyetini
kısmen de olsa halktan alan İran rejimi Arap ülkeleriyle kıyaslandığında
Irak’a olası bir müdahaleden daha az çekinmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin
Arap dünyası ile kıyaslandığında çok daha rahat olduğu söylenebilir. Arap
ülkeleri ile kıyaslandığında geniş bir mutabakat sonucunda oluşan ve
nispeten daha çoğulcu bir yapısı bulunan Türkiye bu özellikleri sayesinde
daha bağımsız bir politika izleyebilmektedir. Başbakan Abdullah Gül’ün
‘savaş karşıtı diplomasisi’ bu bağlamda değerlendirilebilir.
Orta Doğu’yu ABD politikaları karşısında savunmasız bırakan bir diğer unsur
ise sınırların yapaylığıdır. Özellikle Arap ülkelerinin sınırları
bağımsızlık savaşları ve milliyetçi hareketler sonucunda çizilmemiştir. Bu
da sınırları çizenlere sınırlar üzerinde tasarrufta bulunma gücünü
verebilmektedir.
Son olarak Arap ülkeleri Irak sorununda ABD’ye ve dünyaya herhangi bir
alternatif sunamamaktadırlar. Bu da mevcut politikaların mecburen de olsa
kabulü anlamına gelmektedir.
IV. Türkiye ve Amerika’nın Yeni Orta Doğu Politikası
Şüphe yok ki ABD’nin ‘Yeni Orta Doğu’ politikalarının en çok etkileyeceği
ülke Türkiye olacaktır. Ancak, tıpkı Arap ülkelerinde olduğu gibi Türkiye de
Irak konusunda Saddam Hüseyin rejiminden çok Amerikan politikalarından
endişe etmektedir. ABD’nin iknadan çok tehdide dönük yaklaşımı bu korkuları
arttırmıştır. Türkiye, bir yandan ekonomik yardım gibi vaatlerle ikna
edilmeye çalışılırken (havuç politikası), diğer taraftan ABD’nin isteklerini
yerine getirmezse IMF ve Dünya Bankası yardımlarının kesileceği,
‘Washington’un telefonlarının Ankara’ya karşı hep meşgul çalacağı’, Saddam
Hüseyin sonrası Irak’ta Türkiye’nin söz sahibi yapılamayacağı vb. sözlerle
sürekli olarak tehdit edilmiştir(sopa politikası). The New York Times gibi
Washington ile yakın bağları bulunan gazetelerde çıkan Türkiye’yi sert bir
dille eleştiren yazıların Türkiye’ye açık bir uyarı olduğu görülmektedir.
Hatta kimilerine göre PKK’nın uzun bir aradan sonra, 2002 yılının sonunda
yeniden eylemde bulunması da tesadüf değildir. Oysaki bu tür tehditler
Türkiye’nin korkularını azaltmaktan ve ABD’ye yaklaşmaktan çok, ABD’ye olan
güvensizliğini derinleştirmektedir. ABD’nin anlaması gereken nokta
Türkiye’nin Saddam Hüseyin rejiminden veya başka bir bölgesel güçten hiçbir
şekilde korkmayacak olmasıdır. Saddam Hüseyin rejiminin en güçlü olduğu
dönemlerde Irak’la baş edebilmiş bir Türkiye’nin zayıflatılmış bir Saddam
Hüseyin rejiminden ciddi bir tehdit algılaması düşünülemez dahi. Hatta,
Türkiye PKK’yı desteklediği dönemlerde bile Suriye’den değil, Batı’nın
PKK’ya olan desteğinden çekinmiştir. Denebilir ki, Türkiye bugünkü siyasi,
ekonomik ve askeri gücü itibarıyla tüm bölgesel güçler ile baş edebilecek
güce sahiptir. Fakat ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün şu ana kadar ki Irak
planları Türkiye’yi daha çok endişelendirmektedir. İngiltere, Musul-Kerkük’ü
Misak-I Milli dışında kalmasına neden olan ve Orta Doğu’nun bugünkü sorunlu
halinden sorumlu olan ülkelerin başında olan ülkelerin başında gelmektedir.
İngiliz askerlerinin Türkiye’den Kuzey Irak’a geçme isteğinin gündeme
geldiği dönemde Türk basını ve kamuoyunun İngiltere’ye sert tepkisi, bu
ülkeye karşı tarihi güvensizliği açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Son
olarak Londra’da yapılan konferansta Türkmen azınlığın adeta yok sayılmış
olması da, Kuzey Irak konusunda iki ülke arasındaki görüş ayrılığını açıkça
ortaya sermiştir. Benzeri şekilde Filistin sorunu nedeniyle Arap dünyasını
zayıflatacak her türlü projeye onay veren İsrail’in uzun bir zamandır.
Bağımsız bir Kürt devletini istediği tahmin edilmektedir. Kuzey Irak’taki
Kürt oluşumun Körfez savaşı sonrasında Amerika ile yakın bağlantıları ve
zaman zaman bağımsız bir Kürt devletini ima dene açıklamalar Türkiye
açısından bardağı taşıran son damladır. Türkiye ABD tarafından
silahlandırılan Kürt aşiretlerinin bu silahları kime karşı kullanacakları
konusunda henüz ikna edilebilmiş değildir. Diğer bir deyişle, üçü de
Türkiye’nin yakın müttefiki konumunda olmasına karşın Türkiye, ABD,
İngiltere ve İsrail’in Irak politikalarını kendi çıkarları için tehdit
kaynağı olarak görmektedir.
Türkiye için en önemli tehdit ise Irak müdahalesinden sonra, ırak’tan çok
bölgenin diğer ülkelerindeki gelişmeler ile ortaya çıkabilir: Irak’a
yerleşmiş bir ABD’nin Ortadoğu’ya yeniden şekil verme çabaları ve bu
çabaları İngiltere ve İsrail’in şekillendirilmesi Orta Doğu’da Türkiye’yi
sarsacak radikal değişimlere yol açabilir. Çünkü İsrail’in şekillendirilmesi
Orta Doğu’da Türkiye’yi sarsacak radikal değişimlere yol açabilir. Çünkü
İsrail’in ve ABD Yahudi lobisinin geleceği dönük Orta Doğu
projeksiyonlarında sınır ve rejim değişiklikleri bulunmaktadır. Sınır
değişiklikleri yeni bir Kürt devleti gibi Türkiye için önemli riskler
taşırken, en önemli sorun rejim değişikliklerinden kaynaklanacaktır.
Rejimlerin değişmesi bu aşamadan sonra şekli düzeyde kalamaz. Yapay
unsurlar sayesinde kurulmuş ve sürdürülen krallıklar ya da otoriter rejimler
kralın gidip parlamentoların kurulması şeklinde değerlendirilemez. Bölgede
rejimlerin değişmesi yeni değerlerin de oturtulmasını gerekli kılar ki
Türkiye’ye özellikle bu aşamada yeni roller ihale edilebilir’. İslam’ın
küresel sisteme meydan okuduğu düşüncesinde olan ve ‘yeni bir İslam
anlayışı’nın geliştirilmesi gerektiğini savunan İsrail ve ABD bölgeye yeni
şeklini verirken Türkiye’yi bir araç olarak da görebilir. Bu durumda ilk
bakışta Türkiye’ye olan ihtiyaç artacakmış gibi görünse de söz konusu süreç
Türkiye için sadece dış politikada değil kendi rejiminde de büyük sorunlara
neden olabilecektir. Diğer bir değişle yeni bir anlayışı Orta Doğu’ya
yerleştirmek üzere ‘görevlendirmek’ istenen Türkiye bu sürecin sonucunda
Batı vizyonu zarara uğramış, demokrasisi ve diğer ulusal çıkarları tahrip
edilmiş bir hale de gelebilir.
Tüm bu riskler göz önünde bulundurulduğunda ABD’nin Irak’a karşı olası
harekatını sadece Saddam Hüseyin ve Irak bağlamında değerlendirmenin mümkün
olmadığı görülecektir. Bu bağlamda ‘Irak’, Orta Doğu’nun yeniden
yapılandırılma sürecinin başlangıcı olarak da görülebilir. Bu süreç Türkiye
için bazı fırsatlar sunuyorsa da güvenlik sorunlarının daha ağır bastığı
söylenebilir...
SEDAT LAÇİNER / Stratejik Analiz – Mart 2003