ABD'NİN ORTADOĞU'DA DEĞİŞİM İHTİYACININ NEDENLERİ

 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle tek süper güç olarak kalan ve hegemonyanın yeniden

inşası sürecine giren ABD’nin Orta Doğu politikaları günümüzde anti tezini

üretmekte ve bu nedenle Orta Doğu’daki ABD çıkarlarını zedelemektedir.

 

ABD, Orta Doğu’da değişim istiyor mu? İstiyorsa bunun nedeni ne? ABD’nin

Orta Doğu politikası o kadar karmaşık bir hale gelmiştir ki; bu konunun

açıklanması için basit sorular sorulsa dahi, yanıtlar

basitleştirilememektedir. Bu yazıda amaçlanan, ABD’nin Orta Doğu’da neden

değişime ihtiyaç duyduğunu ve mevcut durumun niçin ABD’nin aleyhine

döndüğünü incelemektir.

 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle tek süper güç olarak kalan ve hegemonyanın yeniden

inşasına girişen ABD’nin Orta Doğu politikaları günümüzde anti tezini

üretmekte ve bu nedenle Orta Doğu’daki ABD çıkarlarını zedelemektedir. Bu

bağlamda ele alındığında, ABD'nin Orta Doğu'daki revizyonist politikasının

ilk ayağını oluşturan Irak politikası iki ülke ilişkilerini ve bölge

sorunlarını aşmaktadır. Bugün, Irak konusundaki gelişmeler küresel

düzlemdeki bir mücadelenin Orta Doğu’daki yansımalarıdır. Bu nedenle, bu

çalışmada 11 Eylül sonrası küresel hegemonyanın yeniden inşası sürecinde

Orta Doğu’nun yerinin ve mevcut durumun analizi yapılacak, ABD’nin bölgede

neden bir değişim ihtiyacı olduğu ortaya konmaya çalışılacaktır.

 

ABD Dış Politikasında Yeni Bir İvme: 11 Eylül 2001

 

11 Eylül 2001, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’ne dış politikada

en önemli aracı sağlayan dönüm noktası olmuş, Soğuk Savaş sonrası dünyasının

sorunları çözülememiş bölgelerinde hegemonyanın kendisini yeniden üretme

çabalarına temel teşkil edecek güdüyü ve sebebi ortaya koymuştur. [1]

Saldırıların hemen sonrasında El Kaide hedef gösterilmiş ve buna bağlı

olarak dikkatler iki bölgeye yönelmiştir: Orta Asya ve Orta Doğu. ABD’nin,

El Kaide’nin yaşam alanı olarak görülen Afganistan’a yönelmesi ilk bakışta

bir meşru müdafaa eylemi olarak görülse de Afganistan’a müdahale, Taliban’ın

devrilmesi ve El Kaide’nin dağıtılması ile sınırlı kalmamış, Orta Asya’daki

güç ilişkilerindeki dengenin değişmesine yol açmıştır. [2] İki yıl öncesine

kadar bölgede ABD askeri varlığının güçlenmesi değil, Rusya’nın geri dönüşü

konuşulurken, bugün Afganistan’ı çevreleyen devletlerde ABD’nin ağırlığı

açık bir şekilde hissedilmektedir. Bölge ülkelerinin ABD ile ekonomik,

siyasi ve askeri ilişkileri her geçen gün güçlenmektedir. [3] Başlangıçta

ileri sürülen amaçlara kısmen ulaşılmış, yani Taliban devrilmiş (fakat

halkın arasına karışmış), El Kaide dağıtılmış (fakat üyelerinin nerede

olduğu bilinmiyor) ve Afganistan’a yeni bir devlet mekanizması inşa edilmeye

başlanmıştır. Fakat, bu devlet yapısı hâlâ çok sınırlı bir bölgede

hakimiyetini ve otoritesini kurmayı başarmıştır. Bununla birlikte, asıl

önemli değişiklikler Afganistan’ın çevresinde yaşanmaya başlamıştır.

Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ın ABD’yle ilişkileri önemli ölçüde

değişiklik göstermiş, bölgede kalıcı bir ABD varlığının temelleri

atılmıştır.

 

Dikkatlerin çevrildiği ikinci bölge ise Orta Doğu’dur. 11 Eylül ile Orta

Doğu arasındaki bağlantı iki biçimde kurulmuştur: Radikal İslamcı terörizm

ve terörizmi destekleyen ülkeler. 11 Eylül’ün ardından suçlu El Kaide olarak

belirlenince gündeme önce Radikal İslamı besleyen unsurların kökeni olarak

Orta Doğu, sonra da bölgenin ‘şeytanı’ Saddam Hüseyin getirildi. Bir yandan,

Suudi Arabistan teröristlerin memleketi olarak resmedilirken [4] diğer

yandan Irak kitle imha silahları ve terörizmle ilişkisi ön plana çıkarılarak

hedef tahtasının merkezine oturtulmaya çalışıldı.

 

Başlangıçta, her ne kadar inanılır olmasa da bugün Irak’a bir ABD saldırısı

olması ihtimali çok yükselmiştir (Bu yazı yayımlandığında saldırı başlamış

dahi olabilir). ABD’nin Irak’ta rejimi devirmeyi amaçlayan yeni politikası

üzerine yapılan değerlendirmelerde olası bir savaşa ilişkin senaryolar

üretilmektedir. [5] En iyi senaryonun bile önemli riskler taşıdığı ve hem

bölge ülkelerini, hem dünyayı ekonomik ve siyasi açıdan tetikleyecek olan

bir ortamda hep şu soru gündeme getirilmektedir: ABD, Irak’a neden saldırmak

istemektedir? Buna verilen yanıtlar genel olarak petrolü kontrol etmek,

yarım kalan bir işi tamamlamak, İsrail’i korumak, İran’daki rejimi devirmek,

terörizmle mücadele etmek, Irak'ın kitle imha silahlarının olması, tehdit

yaratması, insan haklarını ihlal etmesi, Filistinli radikal grupları

desteklemesi... Bu sorunlar daha önce yok muydu? Bunlar saldırının

nedenlerini oluştursa bile niçin bu dönemde bir ABD saldırısı başlatılmak

isteniyor? Bu çalışmada bu soruya verilebilecek yanıt, ABD’nin Orta Doğu

politikasının bölgedeki hakimiyetini sürdürmesine olanak tanımayacak bir

konuma geliyor olduğudur. ABD, Orta Doğu’da kökten bir değişime ihtiyaç

duymaktadır. Bunun nedeni, 11 Eylül’de gerçekleşen olay değil, ABD’nin

kendisi için son yirmi yıldır hatta daha uzun bir süredir uyguladığı bölge

politikalarının beklediği sonuçları üretmemesidir.

 

ABD’nin Orta Doğu Politikasındaki Genel Eğilim

 

Orta Doğu hakkında yapılacak genel bir değerlendirmede Körfez Savaşı’ndan

sonra ABD’nin en önemli güç olduğu ve tüm bölgeyi kontrol ettiği sonucuna

varılabilir. Çünkü, ABD’nin Orta Doğu’da hayati çıkarları kategorisini

oluşturan üç konuda önemli aşama kaydedilmiştir: İsrail'in güvenliği,

bölgedeki ABD çıkarlarına bir başka devlet tarafından meydan okunmasının

engellenmesi ve petrolün uluslararası piyasalara sürekli ve makul fiyattan

akışının sağlanması. [6] Bu çerçevede, 1948’den bu yana devam eden çatışma

ve bir muammaya çözüm oluşturmak üzere ABD’nin kontrol ettiği bir

Filistin-İsrail barışının çerçevesi çizilmiş ve çok sayıda anlaşma yapılmış;

Irak, Kuveyt’ten çıkarılmış; bölgeye ABD çıkarlarını korumak için 25.000 ABD

askeri yerleştirilmiş ve bunların sürekli barındırılması için üsler

edinilmiş ve petrol, bizzat muslukların başında oturmak ya da vananın

başındakini kontrol etmek yoluyla denetim altına alınmıştır. Buna karşılık,

yukarıdaki resmin yanıltıcı olduğu ve kendi içinde ciddi sorunlar

barındırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.

 

ABD’nin Orta Doğu politikalarının bugünkü durumunu yaratan ve ABD

çıkarlarının altını oyan asıl olgu, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle bölgenin

yapısında meydana gelen değişimin ABD’nin bölgeye yönelik stratejilerine tam

anlamıyla uyarlanamamasından kaynaklanmaktadır. Soğuk Savaş öncesinin temel

güvenlik algılamaları önemli bir değişim geçirmeden Körfez Savaşı sonrası

döneme de taşınmıştır.

 

Bu nedenle, ABD, Orta Doğu’da ulusal çıkarları çerçevesinde bölgedeki

istikrarın korunması için müttefik ülkelerdeki anti demokratik yapılara göz

yummuştur. ABD, büyük bir ada devleti olarak düşünülürse, deniz aşırı

politikalar uygulayabilmek için bölgesel ittifaklara ve ittifak sistemlerine

ihtiyaç duymaktadır. Düşmanlarını kontrol altına almak için Soğuk Savaş’ın

başından bu yana çevreleme ve caydırıcılık politikalarının farklı

biçimlerine başvuran ABD, Orta Doğu’da da bu araçları kullanmaya

çalışmıştır. Düşman devletleri kontrol etmek için kurulan ittifaklar

içindeki sorunlar ABD’nin elini, geçen süre içinde zayıflatmış ve

sürdürülemez bir ikilem üzerinde politika yapma noktasına getirmiştir. Bu

noktadan yola çıkarak ABD’nin Körfez Savaşı sonrasında Orta Doğu

politikasındaki iki temel sorunun onu her geçen gün zorladığı ve bölgedeki

ilişkiler sistematiğini Körfez Savaşı’nın hemen sonrasındaki beklentilerden

çok uzaklaştırdığını görüyoruz. Bu iki temel sorun alanı ABD’nin yalnızca

düşman devletlerle olan ilişkilerini değil, dost devletlerle ilişkilerini de

mevcut yapı ve buna göre dizayn edilmiş araçlarla sürdürülemez konuma

gelmesine yol açmıştır: (Bir çok noktada iç içe geçmekle birlikte) ideolojik

ve siyasal alandaki sorunların yarattığı problematik ve strateji-güvenlik

alanındaki sorunların yarattığı problematik.

 

Orta Doğu’da ABD Egemenliğini Tehdit Eden Sorunlar

 

1. İdeolojik Sorunlar

 

SSCB’nin dağılmasıyla birlikte tüm dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da ‘sol’

düşünce ciddi anlamda bir gerileme yaşamıştır. Fakat, ABD’nin ‘sol’

ideolojinin çöküşünün Orta Doğu’da yaratacağı ideolojik arayışın kendi

lehine sonuçlar üretmesi beklentisi gerçekleşmemiş, hatta bunun tersi bir

durum oluşmuştur. Buradaki asıl çelişki, ABD’nin kendisine asıl karşı

çıkanların ideolojisini üreten devletleri desteklerken (Ör. Suudi

Arabistan), Irak ve Suriye gibi ABD ile ideolojik anlamda uyum sağlama

potansiyeli daha çok olan rejimleri çökertmeye çalışmasıdır. Dahası,

desteklediği ve Orta Doğu’yu da değiştireceğine inandığı küreselleşme onun

bölgedeki ideolojik düşmanını güçlendirmektedir. ABD’nin Orta Doğu’da karşı

karşıya olduğu ideolojik ve siyasal yapılardaki başarısızlığının nedenlerini

iki temel başlık altında toplayabiliriz:

 

a. Küreselleşmenin Yarattığı Baskı

 

Küreselleşmenin getirdiği ideolojik baskının ve kimlik sorununa alternatif

çözümlerin belki de en çok tepkiyle karşılandığı yer Orta Doğu’dur.

Arapların çoğu küreselleşmeyi emperyalizmin aracı olarak görmekte ve buna

ciddi bir karşı çıkış sergilemektedir. [7] Batılı değerlerin yarattığı baskı

karşısında bu şekilde tepkisel duruş kimi yerlerde otantik kimliklere

sarılınmasına, çoğunlukla da dine daha fazla yaklaşılmasına neden olmuştur.

Siyasal ve ideolojik anlamda baskı altında tutulan halk, küreselleşmenin

getirdiği ileri sürülen ‘özgürlük’ ve ‘liberalizm’e değil, kendi kültürünün

temelini oluşturan İslam’a ve muhafazakarlığı koruyan değerlere sarılmıştır.

Küreselleşmenin en çok etkilemesi beklenilen eğitimli sınıflar ve Arap

burjuvazisi çoğunlukla kendini radikal bir biçimde ifade etmiştir. Arap

dünyasında bürokratik tabaka ve burjuvazi içinde Batıya ‘yakın’ düşüncelere

sahip kişiler ortaya çıkmasına rağmen asıl yönelim daha radikal olanadır.

[8] Özellikle, Körfez’de kaybedilen güzel günlerden rejimin kendisini değil

onun temsilcilerini sorumlu tutan bir anlayış gelişmiştir. Çözümün İslam’ın

saf kurallarına daha sıkı bir biçimde bağlanarak ortaya çıkacağına inanan bu

görüş, bu nedenle rejimlerin mantığından ve doğasından ziyade

uygulayıcıların hatalarını eleştirmekte ve tepkilerini Batıyla işbirliği

yapan yolsuz yöneticilere yöneltmektedir. Kısacası, gerek sıradan halk

gerekse eğitimli Arap kesimi veya burjuvazisi ideolojik anlamda

küreselleşmeye karşı çıkmaktadır. Bu ise küreselleşmenin ve Batılı

değerlerin karşıtı olarak görülen İslam’a ve onun aşırı uçlarına yönelimi

artırmıştır.

 

b. Pan-Arapçılık’ın İçine Düştüğü Bunalım

 

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl başlarında gelişen ve Batılılaşma ve

modernleşmeyle yüzleşen Arap dünyasını etkileyen Arap milliyetçiliği

günümüzde önemli bir gerilemeyle karşı karşıyadır. Modern dönemde

Arapçılık’ın üzerine inşa edildiği üç mitin uğradığı erozyon Arap

milliyetçisi olarak bilinen rejimlerin başarısızlığıyla da birleşince

bugünkü durum ortaya çıkmıştır. [9] Bu üç mit şöyle özetlenebilir:

 

Arap Piyemontesi ve Prusyası: Satı El Husri’nin 19. yüzyıldaki milliyetçi

akımlardan etkilenerek teorize ettiği, Araplara önderlik edecek büyük ve

birleştirici bir Arap devletinin ortaya çıkması (Husri’ye göre bu devlet

Mısır’dır) ve diğerlerini tek bir devlet ve bayrak altında toplaması miti

önemli ölçüde erimiştir. Suriye ile birleşerek kurduğu Birleşik Arap

Cumhuriyeti ile Arapların Prusyası rolünü üstlenen Mısır’ın 1967

Savaşı’ndaki yenilgisi, bu konuda yediği en büyük darbe olurken, daha sonra

bu misyonu Libya (artık Araplıktan ziyade Afrikalılığı ön plana

çıkarmaktadır) ve Irak üstlenmeye çalışmıştır. 1967’de Mısır’ın yaşadığı

yenilgi, 1991’de Irak için de tekrarlanmış ve en azından uzun bir süre için

yeni bir Arap Prusya’sının önü kesilmiştir. [10]

 

Yapay Sınırlar Miti: Arap dünyasında en çok ileri sürülen savlardan birisi,

devletlerin sınırlarının yapay olduğu ve emperyalist güçler tarafından

oluşturulduğudur. Bu nedenle yapay olarak oluşturulmuş sınırlar doğal ayrım

noktaları olamaz ve bu nedenle de meşru değildir. Bu sav, aynı zamanda

Irak’ın Kuveyt’i işgal ederken dayandığı temel düşüncelerden de birisidir.

Fakat liderleri ve yöneticileri ülke dışına kaçmasına rağmen Kuveytlilerin

gösterdiği direniş aslında teritoryal kimliklerin güçlendiğine yönelik bir

kanıt oluşturmuştur. Arap devletleri arasında 20. yüzyıl boyunca görülen

sorunların çoğunda sınır anlaşmazlıklarının bulunması da aslında bu savın

yalnızca bir mitten ibaret olduğunu göstermektedir. [11] Bunun sonucunda tüm

Arapların birliğini savunan siyasal akım, sınırlar yapay olarak çizilmiş

olsa dahi toprağa bağlı kimliklerin zaman içinde güçlenmesi ve toprağa bağlı

milliyetçiliğin ön plana çıkması gerçeği karşısında gerilemiştir.

 

Ortak Çıkarlar: Arapçılık’ın geliştirilmesindeki en önemli mitlerden birisi

de Arapların ortak çıkarlara sahip olduklarıdır. Bu mitte kırılma noktasını

yaratan en önemli olaylardan birisi 1973 Petrol Krizi olmuştur. Diğer yandan

Araplar arasındaki birliği yansıtan en ilginç sloganlardan birisi olan

‘Suudi sermayesi, Mısırlı beyni ve Yemenlinin gücü arasındaki ittifak’

çökmüştür. Suudi sermayesi sloganı, zengin Arapların fakir komşularındaki

yatırımları önemli bölgelerden toprak satın alması şeklinde gerçekleşirken,

diğer Arap ülkelerine çalışmaya giden Arapların aşağılanması ve ikinci sınıf

insan muamelesi görmesi Arap Birliği fikrini olumsuz etkilemiş, Arapları

ortak biçimde koruyacak bir Arap ordusu fikri ise hiçbir zaman hayata

geçirilememiştir. [12]

 

2. Siyasal Sorunlar

 

İdeolojik sorunların ortaya koyduğu tablo, Orta Doğu’daki gelenekselci ve

Arap milliyetçisi rejimlerin siyasal anlamda da çöküşü için de tatmin edici

bir açıklama sağlamaktadır. Bu çöküşün karşısında yükselen ideoloji ise

siyasal İslamcılığın radikal versiyonları olmuştur. Özellikle, Nâsırcı Arap

milliyetçiliğinin ve Arap ‘sol’unun içine düştüğü durum anti emperyalist,

anti-Batı ve anti-Siyonist bayrağın temsilciğini radikal İslamcıların

yapmasına olanak sağlamakta, İslamcı anti-Amerikan ideoloji güçlenmekte ve

siyasal muhalefetin toplandığı temel merkez olmaktadır. [13] Bölgede siyasal

katılım yollarının tıkalı olması nedeniyle de yer altında veya camilerde

örgütlenen muhalefet bölge ülkelerinin rejimleri açısından önemli bir tehdit

arz etmektedir.

 

Mevcut rejimlerin meşruiyetlerini önemli ölçüde kaybetmelerinde içine

düştükleri ideolojik bunalım kadar, ülkelerindeki sorunlara yanıt

bulamamaları, aşırı baskıcı eğilimleri, yolsuzluklara bulaşmış olmaları ve

denge-fren mekanizmasının zayıflığının da katkısı büyüktür. Bu faktörlerin

bir araya gelmesi Orta Doğu’da ciddi bir siyasal bunalım yaratmaktadır.

 

Bu siyasal bunalıma eklenen sosyo-ekonomik sorunlar, Arap devletleri için bu

ideolojik sorunun doğurduğu krizi ağırlaştırmaktadır. Batı literatüründe

Arap dünyasındaki tüm sorunlar neredeyse sosyo-ekonomik sorunlara

indirgenmekte ve sosyal adaletsizlik, gelir dağılımının bozulması gibi

unsurlar Orta Doğu sistemindeki sorunların ana nedeni sayılmakta ve bu

coğrafyanın modernleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi ihtiyacı

tartışılmaktadır. Arap başarısızlığı denilen bu sosyo-ekonomik durumun

sorumlusunun Araplar olduğunu söyleyen bu yazarlar sosyo-ekonomik sorunları

Orta Doğu’daki tüm problemlerin temeline koymaktadırlar. [14]

 

Bununla birlikte, bölgedeki sosyo-ekonomik durumun 20 yıl öncesinin altın

çağından çok uzakta bir tablo çizdiği de inkar edilemez bir gerçektir.

Demografik sorunlar, ekonomik sorunlar ve sosyal taleplerin karşılanamaması

bölgedeki sosyo-ekonomik yapının istikrarında ciddi bir erozyona neden

olmaktadır. [15] Şehirleşmeye bağlı olarak aşiret yapısının getirdiği

kimliklerin aşınması özellikle geleneksel yapının korunmasında önemli

sorunlara yol açmaktadır. Küçük ama eğitimli olan bürokrasi henüz mevcut

yönetimlere bir tehdit oluşturmamaktadır. [16] Bununla birlikte, özellikle

petrol ve diğer gelirlerin yanı sıra başka kaynaklar elde etme amacıyla

ekonomilerde yaşanan yapısal değişimler devlet eliyle yaratılan yarı saraylı

veya asil ya da yeni bir zengin sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu

gruplar sosyo-ekonomik sıkıntılarını iki kaynağa bağlamaktadır: Rejimlerin

yolsuzlukları ve bozuk düzen ile ABD ve diğer Batılı devletlerin etkisi.

Özellikle Körfez Savaşı sonrası bozulan ekonomik yapının sorumlularının

başında ABD ve ABD’li şirketler olduğu düşünülmekte ve anti-Amerikan düşünce

bir anlamda ekonomik boyuta da oturmaktadır. Bu duygu henüz büyük bir

anti-Amerikan tutuma dönüşmemesine rağmen bu potansiyeli barındırmaktadır.

 

Nüfus artışına bağlı olarak meydana gelen sosyal sorunlar da Arap

devletlerini olumsuz etkilemektedir. Özellikle nüfusu hızla artarken

gelirlerinde buna paralel bir artış kaydedemeyen devletlerde sıradan halkın

beklentilerinin karşılanmaması huzursuzluğu artırmaktadır. [17] Bu durum

özellikle Suudi Arabistan için geçerlidir. Son yıllarda Arap dünyasının

yaşadığı sosyo-ekonomik gelişimin büyük bir siyasal patlamaya yol

açabileceği konusunda endişeler taşıyan yayınların sayısında ciddi bir artış

görülmektedir. Fakat, bu eğilimden en olumsuz etkilenen kesimlerin

taleplerine bakılınca ortaya çıkan tablo bunların devrimci bir değişimi veya

liberalleşmeyi değil, mevcut koşullar içindeki ayrıcalıklarını korumayı ve

tüm bunların sorumlusu olarak gördükleri Batı’nın kendi devletlerinden el

çekmesi durumunda sorunların kendiliğinden çözüleceğini savunduklarını

görebiliriz. Bu anlamda Orta Doğu’da sosyo-ekonomik sorunların yansıması

olarak ortaya çıkan faktörler liberal ve Batılı bir düzene doğru yıkıcı ve

devrimci bir etkiye sahip olmaktan ziyade radikal İslamcı akımlara olan

eğilimi artırmakta ve bunlara yönelik bir güçlenme durumu yaratmaktadır.

 

Orta Doğu’daki siyasal sorunun sonuncu önemli parçası ise sosyopsikolojik

faktörlerle açıklanabilir ki; bu faktörler bir çok durumda sosyo-ekonomik

faktörlerin de önüne geçebilmektedir. Arap kimliği ezilen olma durumuyla

tanımlanmaktadır. ‘Biz’i oluşturan tanımlamada ciddi sorunlar yaşanmaktadır.

Bu sorunların en önemlileri şöyle tanımlanabilir: 1990’dan sonra, Arap

devletleri önemli bir ikilem ile karşı karşıyadır. Ümmetçilik ile Arapçılık

ulus üstü kavramlar olmasına rağmen kurulan devletler içinde ortaya çıkan

‘ulusal’ kimlikler sadakat odağının tanımlanması konusunda önemli problemler

ortaya çıkarmaktadır. Mısırlılık, Iraklılık, Kuveytlilik ile Araplık

arasında ortaya çıkan çatışma 1970’ler ve 80’lerdeki dönüşümün ürünüdür.

Ancak her iki 'ben' tanımlamasının ideolojik duruşunda meşruiyetin ya da

onları ortaya çıkaran rejimlerin meşruiyetinin sorgulanması gittikçe daha

önemli bir sorunsal haline gelmektedir.

 

Bu nedenle Arap milliyetçiliğinin içine zaten ithal edilmiş bir kavram olan

ve bir anlamda Baasçılığın da Araplık içindeki en önemli ayrım noktasını

oluşturan sekülerizm büyük oranda meşruiyetini yitirmiştir. Irak bu konuda

pratik nedenlerle de olsa U dönüşü yaparken, Mısır teknik olarak ‘şeriatı’

benimsemiş, Suriye ise tamamen bürokrasi devletine dönüşmüştür. Bu noktada

İslamcılık ile Araplığı yeniden bir potada eritmeye ve bu anlamda bir

reformasyona uğratmaya yönelik anlayış gelişmiştir. Ancak bu dönüşümün

rejimlerin duyduğu korku nedeniyle yer altına itilmiş olması radikal

yorumların güç kazanmasına sonuçta El Kaide gibi bir örgütün daha güçlü bir

temel bulmasına neden olmuştur. Özellikle Arap Orta Doğusunda ‘öteki’ni

temele koyan bu anlayış, Filistin mazlumluğuyla her geçen gün güçlenmiş ve

gerek İsrail ile olan bağlantısı ve yukarıda belirtilen sosyo-ekonomik

nedenler, gerekse de 11 Eylül ile birlikte Amerikan karşıtlığının

güçlenmesine neden olmuştur. [18] Böylece bir yandan geçmişte radikal Arap

milliyetçileri tarafından kullanılan ve sahiplenilen emperyalizm karşıtlığı

bu yeni tanımlamanın içine alınırken diğer yandan Batı’nın Hıristiyan

kimliğiyle tanımlanması bir tür Batı karşıtı İslamcı politikanın

güçlenmesine neden olmuştur. Bu yolla geçmişte Arap modernleşmesinin ilk

ürünlerine alternatif ve bölgenin sosyokültürel özelliklerine daha uygun bir

İslamcı söylem güçlenmiştir. Bu İslamcı söylem kapsam olarak tüm ümmete

seslenirken, Araplığa yaptığı vurgu da onun radikal Arap milliyetçileri

karşısında güçlü kılabilmiştir. Örgütlenme anlamında sosyal kurumların yoğun

bir şekilde kullanılması ve ideolojinin de buna uygunluğunu Orta Doğu’da

ciddi bir sosyal ve siyasal örgütlenmeyi beraberinde getirmiştir.

 

El Kaide’yi ortaya çıkaran fikri yaratan ve destekleyen koşulları, ABD’nin

müttefiki olan devletler yaratmıştır. Artık, devlet olarak desteklemeseler

de toplumsal olarak bu örgütü hala beslemektedirler. Üstelik, sadece Suudi

Arabistan’da ve diğer Körfez ülkelerinde değil Mısır’da ve Ürdün’de de

tabanda bu fikre sıcak bakan büyük bir kitle bulunmaktadır. Bu bağlamda,

ABD’nin özellikle bölgedeki Arap müttefikleriyle ilişkisi onu ciddi bir

ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır. ABD Orta Doğu’daki en büyük ikilemi,

bölgede ‘değişim’ ile istikrar arasında tercih yapmasıdır. ABD bugüne kadar

tercihini istikrardan yana kullanmıştır. Bu nedenle başta Suudi Arabistan

olmak üzere ABD karşıtlığını destekleyen bir alt yapıya olanak sağlayan ve

onu yeniden üreten rejimleri desteklemiştir. Ancak, artık, bu politikayı

sürdürmesi onu her geçen gün daha fazla sıkıştırmaktadır. Bu nedenle, Orta

Doğu’da mevcut yapıyı koruyacak değil, onu değiştirip yeniden düzenleyecek

bir harekete girişmek amacı taşımaktadır.

 

ABD’nin Orta Doğu Politikasında Erozyon: Askerî Zafer’den Siyasal

Başarısızlığa

 

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Orta Doğu’da yeni bir sayfa açmak için

oluşan fırsat değerlendirilemedi. Bugünün Orta Doğu’sunda Soğuk Savaş

döneminin özelliklerinin bazılarının halen varolduğunu görmek mümkündür.

Körfez Savaşı’nın hemen ertesinde yapılan analizlere bakıldığında bir

değişim ihtiyacının gereği vurgulanmakta ve buna ilişkin öngörülerde

bulunulmaktaydı. [19] Bu yeniden yapılanma düşüncesi çerçevesinde iki boyut

ön plana çıkarıldı: Körfez’de yeni bir güvenlik yapılanması inşa etmek,

Arap-İsrail sorununu çözmek.

 

Körfez Savaşı’na Kadar Genel Durum

 

ABD’nin Basra Körfezi'ne ilişkin güvenlik politikaları iki potansiyel güç

arasındaki istikrarsız bir denge çerçevesinde tanımlanabilir. ABD’nin iki

devlet arasında düşmanlığa ve rekabete dayanan bu sisteminin Basra

Körfezi’ndeki son 20 yıldaki istikrarsızlığı ürettiği ileri sürülebilir.

[20] Sovyet işgalinin sona ermesinin ardından İran, ABD için mükemmel bir

küçük ortak görevi gördü. ABD ile Şah rejimi arasında (Musaddık olayını

saymazsak ki aslında Musaddık’ın başına gelenler de bu ilişkinin öneminin

göstergesiydi) kurulan stratejik ilişki bir yandan İsrail-ABD ilişkisinin de

tamamlayıcısıydı. Ancak, İran’daki devrim dengeyi değiştirdi ve ABD’yi o

zamana kadar daha mesafeli davrandığı Irak’ı desteklemeye yöneltti.

 

Körfez Savaşı’ndan önce de ABD, Körfez’in temel savunucusu olarak

görülüyordu. Fakat, Körfez’in savunmasına doğrudan katılmasını sağlayan bir

kurum yoktu. Körfez Devletleri’nin kendi askeri yetenekleri sınırlı ve

yetersizdi ve bu devletler İran, Irak gibi güçlerin işgalinden

korkuyorlardı. Bu nedenle radikal Arap devletleri ile diğerleri arasındaki

sorunları arabuluculuk ya da mali yardımlarla çözmeye çalışıyorlardı. [21]

İran Devrimi’yle birlikte, ABD’nin İki Sütunlu (Suudi Arabistan ve İran’a

dayanan) Politika’dan, güç dengesini koruma amacıyla Körfez devletlerini

desteklediği stratejiye geçmesi 1981’de Körfez İşbirliği Konseyi’ni ortaya

çıkardı. Fakat, ABD bunun içinde yoktu. Aslında, bu durum Soğuk Savaş

sırasında Orta Doğu’da ABD tarafından desteklenen yapılanmaların hepsinde

görülebilir. Bu genel tercihin yanısıra, ABD’nin Körfez İşbirliği

Konseyi(KİK)’ne girmemesinin en önemli nedenlerinden birisi ABD’nin bu

kuruluş içinde olması durumunda bunun diğer düşmanların tepkisini çekmesi

olasılığıydı. Bu bir yandan ABD’nin de işine geliyordu. Çünkü İki Sütunlu

Politika’dan Carter Doktrini’ne geçen ABD, Körfez’de her hangi bir

istikrarsızlığa yol açacak ve petrolün akışını engelleyecek harekete karşı

tepki vereceğini söylüyordu. Bunun için ise Hızlı Konuşlandırma Gücü (HKG)

yoluyla olası bir çatışmaya anında müdahale etmenin yollarını arıyordu. [22]

 

Körfez Savaşı ve Değişen Dengeler

 

Irak’ın Kuveyt’i işgali bu denklemde önemli bir değişiklik yaptı. Bölge

devletleri dış güvenlik sorunlarını çözmek için yeni bir yol arayışına

girdiler. Bunun için ortaya atılan önerilerden birisi Umman Kralı Kabus’un

ortak ordu kurma önerisiydi; ki bu reddedildi. Diğer yandan da Mısır ve

Suriye ile imzalanan Şam Deklarasyonu yoluyla bu ülkelerin savunmasında

Körfez dışı bu iki ülkenin rolleri ön plana çıkarılmaya çalışıldı. Ancak bu

da çok kısa ömürlü oldu. Çünkü Körfez devletleri bu iki devletin onların

rejimlerini korumaktan ziyade devireceklerine inanıyordu. [23]

 

Körfez Savaşı bittikten sonra Bush yönetimi tarafından yeni bir güvenlik

stratejisi ilan edilmedi. Soğuk Savaş dönemindeki denge politikasının

mantıksal anlamda devamı olan ve bölgedeki önemli bir değişikliğin bölge

istikrarını bozacağı yaklaşımını temel alan ve ABD dış politikasının

geleneksel araçlarından birisi olan çevreleme politikası doğrultusunda Basra

Körfezi için üretilen politika 1993-2001 yılları arasında damgasını

vurmuştur. Clinton yönetimi iş başına geldikten bir süre sonra 18 Mayıs

1993’te Ulusal Güvenlik Konseyi Yakın Doğu Bölgesi Sorumlusu Martin Indyk

tarafından formüle edilen Çifte Çevreleme Politikası, Soğuk Savaş döneminde

birbirine karşı olarak kullanılan iki ülkenin şimdi birlikte sistem dışında

kalmasına ve buna karşılık, ABD’nin Körfez devletleriyle geliştireceği

işbirliğine dayanıyordu. Çifte Çevreleme’nin temel öğeleri İran ve Irak’ın

askeri açıdan çevrelenmesi, ekonomik yaptırımlarla bu iki rejimin

davranışlarını değiştirmek, müttefiklerle olan işbirliğini artırmak ve her

iki ülkenin rejimlerini zayıflatmaktı. [24] Bu yeni düzenleme potansiyel

düşman iki devletin çevrelenme yoluyla birlikte sistemin dışına atılmasıydı

ki; bu politikanın altında bu ikisi arasındaki kötü ilişkinin biraraya

gelmelerini engelleyeceğine dair örtük bir varsayım vardı. Bunun yanısıra bu

politika değişikliği aynı zamanda ABD’nin Irak ve İran’ı birbirine karşı

kullanma politikasından vazgeçtiğini gösteriyordu. Fakat, buna karşılık ABD

bu devletlere karşı denkleme girdi ve iki ülkenin dengesine dayanan bir

sistemden üçlü bir dengeleme politikasına geçti. Bu saç ayağının bir

tarafını ABD ve KİK devletleri, diğer ikisini ise İran ve Irak

oluşturuyordu. [25] Ancak bu üç ayağa ilişkin uygulamalar zaman içinde ciddi

şekilde yıprandı. Çifte Çevreleme açıklandıktan kısa bir süre sonra bu

politikanın İran ayağına yönelik eleştiriler yükselmeye başladı. Özellikle

Rusya ve Çin gibi ülkeler yüzünden İran’a yönelik yaptırım ve çevreleme

sınırlı kaldı. Bir süre sonra da Çifte Çevreleme sadece Irak’ın

çevrelenmesine dönüştü. Bu durumda Körfez’de denge İran lehine bozulmaya

başlayınca Arap devletleri bir anlamda Körfez Savaşı öncesi politikasına

geri dönerek bu iki devletle ilişkilerini iyileştirme ve bunlardan gelecek

tehditleri bu yolla bertaraf etme yoluna gitmeye başladılar. Böylece, bir

yandan KİK devletleriyle İran’ın ilişkileri iyileşmeye başlarken diğer

yandan Irak Arap dünyasına geri dönüş çabalarında avantaj sağladı.

 

ABD’nin Körfez güvenliğine yönelik politikasının diğer bir parçası da KİK

ülkelerinin savunmalarının sağlanmasıydı. Bunun bir boyutu da bölgede asker

bulundurulması ve KİK devletlerine silah satışıydı. [26] Körfez ülkeleri

ABD’den en ileri teknoloji ürünü silahları alabilme şansına sahip olmalarına

rağmen bu politikanın sonuçları sınırlı oldu. Bu devletlerin ekonomilerinin

uğradığı zararlar yüzünden silah alımlarındaki azalma, elde edilen silahları

kullanacak yeterli personelin bulunmaması ya da mevcut personelin

yetersizliği politikanın bu ayağının başarısını sınırladı. En son model

uçaklar ve helikopterle donatılmış, son teknoloji ürünü kara araçlarına

sahip devletlerin hâlâ ABD yardımı olmadan Irak ve İran’a karşı durmaları

mümkün görünmemektedir. [27]

 

Özellikle, 1990’ların ikinci yarısındaki gelişmeler, Körfez Savaşı’ndan

sonra İsrail-Filistin meselesindeki iyileşmeye dayanan olumlu havayı

değiştirdi. Bunun önemli parçalarından birisini Irak ile BM arasında yaşanan

sorunlar oluşturdu. Buna karşılık, ABD’nin Irak üzerinde güç kullanmak

istemesine başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere

Körfez devletlerinin çoğu karşı çıktı. Çünkü bu devletlerin yöneticileri

bombalamaların Saddam Hüseyin’i zayıflatmadığını tersine güçlendirdiğini ve

kendi iç politikalarında da buna yönelik tepkilerin oluştuğuna inanıyor,

ABD’nin İran Şahı Pehlevi’yi devrilmekten koruyamadığını ve bu tür bir

durumda kendilerini de koruyamayacağını düşünüyorlardı.

 

1990’ların ikinci yarısı ABD’nin Çifte Çevreleme stratejisinin

başarısızlığına sahne oldu. Özellikle, ABD’nin Irak politikasında her geçen

yıl bir kötü olayı beraberinde getirdi. Petrol karşılığı gıda programı,

Saddam Hüseyin’in içeride iktidarını pekiştirmesini sağladı. ABD ile Irak

arasındaki gerginlikler sonucunda Irak her seferinde bir kazançla

ayrılırken, ABD’nin Saddam Hüseyin üzerindeki caydırıcılığı ortadan kalkma

noktasına geldi. Saddam Hüseyin, ABD ile giriştiği mücadelelerden (en

önemlileri 1993, 1996, 1998 yıllarındakiler olmak üzere) ABD’nin askeri güç

kullanmaktan kaçındığı fikrini edindi ve iki devlet arasındaki krizleri

yönetmekte önemli bir avantaj elde etti. [28] ABD’nin Irak politikasının en

önemli araçları birer birer iflas noktasına geldi. Irak’a uygulanan ambargo

2000 yılındaki gelişmelerle ciddiyetini yitirmeye başladı. Irak’a uygulanan

ambargoların sivil halk üzerinde yarattığı etkinin de etkisiyle çok sayıda

ülke Irak ile olan ekonomik ilişkilerini geliştirmek üzere büyük bir hareket

başlattılar. [29] Gerek devletlerin çıkarları gerekse ambargonun etkilerinin

Irak rejimini değil de halkı etkilemesi, ambargonun yetersiz ve yanlış araç

olduğu sonucunu yaratmıştı. Diğer önemli bir araç olan uçuşa yasak bölgeler

de büyük bir eleştiriye maruzdu. Bir yandan meşruiyeti tartışmalı olan bu

araç, diğer yandan da etkinlik açısından sorunluydu. Özellikle, son

dönemlerde etkinliğini yitiren bu aracın başarısız olduğunu bölgedeki en üst

rütbeli müttefik komutanları dahi kabul etmekteydi. Irak’ın kitle imha

silahlarının ortadan kaldırılması konusunda başlangıçta gösterilen başarı

ise 1997 yılından itibaren bir başarısızlığa dönüştü, 1998 yılında ise

tamamen çöktü. [30] ABD’nin Irak konusundaki hedeflerinden birisi olan

Saddam Hüseyin’in baskı altında kalan Irak halkı tarafından bir darbe

sonucunda devrilmesine yönelik politikalar da başarılı olmadı. ABD, zaman

zaman rejim karşıtı darbeleri destekledi veya düzenledi, [31] bunun yanısıra

alternatif bir yönetimin oluşturulması için çabalara girişti. [32] Ancak bu

arayışlar sonuç vermedi, Iraklı muhaliflerin desteklenmesi projesi

fiyaskoyla sonuçlandı. Buna karşılık, başarılı olan tek araç Irak’ın

kuzeyinde inşa edilen de facto Kürt yönetiminin Irak’ta yarattığı

bölünmüşlük oldu. Genel itibariyle değerlendirildiğinde ABD’nin Irak

politikasında ciddi bir başarısızlıktan söz etmek mümkündür.

 

Bununla birlikte, ABD’nin Çifte Çevreleme, yalnızca Irak bağlamında

istenilenden uzak sonuçlar üretmekle kalmamış, bölgesel etkileri bakımından

da ABD’ni zor duruma sürüklemiştir. ABD’nin Körfez Savaşı sonrası Orta

Doğu’ya yönelik başarıları arasında sayılan askeri yerleşimi yukarıdaki

stratejiye paralel olarak kendi anti tezini yaratmıştır. Bu strateji

çerçevesinde inşa edilen güvenlik yapılanması, iki açıdan ciddi sorunlarla

karşılaşmaktadır: ABD’nin müttefiklerinin ittifakın askeri boyutundan

duydukları rahatsızlık ve bölgedeki tehdidin değişmesi. [33] Son dönemde

bölgedeki ABD askeri varlığının durumuna ilişkin yapılan analizlerin

neredeyse tümü asker sayısında azaltma yoluna gidilmesini önermektedir. [34]

ABD’nin bölgedeki müttefikleri artık rejimlerine yönelik tehdidin dışarıdan

değil, içeriden geldiğine inanmaktadır.

 

KİK devletlerine göre, Irak ve İran artık kendi ülkelerine doğrudan büyük

bir askeri tehdit olamayacak durumdadırlar. Bu devletlere göre, iç tehdit

dışarıdan gelenin önüne geçmiştir. Mevcut askeri yapılanma ise bu tehdidi

engellemek bir yana onu üretmektedir. [35] İran-Suudi Arabistan

yakınlaşmasının Körfez’de yarattığı güvenlik ortamı, ABD askerlerinin

sağladığı güvenliğe tercih edilmektedir. Arap Ligi'nde de Irak’ın tekrar

Arap dünyasına dönmesine yönelik eğilim güçlenmiş ve bu konuda çok sayıda

girişim yapılmıştır. Artık, Araplar ABD’nin kendilerini onların istediğinden

daha fazla koruduğu ve bunun gereksiz olduğu düşüncesine sahip olmaya

başlamışlardır. Arap devletleri bir anlamda Basra Körfezi’nin güvenliğinin

sağlanmasına ilişkin olarak 1980’lerdeki mantığa geri dönmüşlerdir. Ayrıca,

İran Devrimi’nin bölgede yayılma potansiyelini de yitirmiş olması Arapların

kendi ülkelerinde İran destekli gruplar tarafından tehdit edilmeleri riskini

çok aza indirmiştir. Son olarak, Irak’a yönelik bombalamalar sonucunda gelen

ölüm haberleri bölge ülkelerindeki ABD askerlerine olan tepkiyi

artırmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Kuveyt’te ABD askerlerine yönelik meydana

gelen saldırılar, Usame Bin Ladin’in 10 yıl önce savunduğu Arap

topraklarından yabancı askerlerin çıkarılması isteğinin ne kadar

yaygınlaştığına önemli bir gösterge olarak değerlendirilebilir.

 

Bölgedeki ABD askeri varlığına ilişkin diğer bir boyut da konunun ABD

açısından değerlendirilmesidir. Bugün, Irak ve İran’ın, konvansiyonel askeri

güç bağlamında bölge ülkelerine karşı üstünlüklerini korumalarına rağmen,

bölgede ciddi bir yeniden işgal tehdidi yaratmadıkları Amerikalı uzmanlar

tarafından da kabul edilmektedir. Asıl tehdit, bu ülkelerin konvansiyonel

güçlerinden değil, kitle imha silahlarından ve terörizmden

kaynaklanmaktadır. [36] ABD’nin bölgedeki bugünkü askeri yapılanması

konvansiyonel bir tehdidin önlenmesi üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle

bölgedeki ABD askeri varlığının yapısının değişmesi gerekmektedir. Böylece,

bölgede Amerikan karşıtlığını üreten en önemli unsurlardan birisi olan büyük

ABD askeri varlığı da azalacak ve hem ABD hem de müttefikleri rahatlamış

olacaktır.

 

Diğer yandan Orta Doğu güvenlik denkleminin Batı yakasındaki eğilim de her

geçen gün Amerikan karşıtı duyguları güçlendirmektedir. 1997 yılına kadar

güçlükle de olsa ilerleyen İsrail-Filistin görüşmeleri, bu tarihten sonra

duraklamış, 2000’den bu yana ise yeniden durmuştur. Bugün Arap dünyasının

gözünde birinci dış politika ve hatta rejim güvenliği sorunu Irak değil,

Filistin’dir. Arap devletleri Saddam Hüseyin’in tanklarından gelen tehditten

ziyade, İsrail tanklarının Filistin’de yaptıklarından endişe duymaktadır.

Çünkü, Filistin’deki gelişmeler, Arapların büyük bir dış politika

başarısızlığı olarak algılanmakta ve her ölen Filistinli Amerikan karşıtı

duyguları güçlendirmekte ve İsrail’in hâmisi ABD’yle yakın ilişkiler içinde

olan rejimlerin adeta altını oymaktadır. [37]

 

Sonuç

 

Körfez Savaşı’ndan sonra ABD tarafından yürürlüğe konulan stratejiler bu

devlet açısından istenilen sonuçları vermemiş, üstelik politikalarda yapılan

hatalar ve bu politikaların sonucu olarak ortaya çıkan gelişmeler mevcut

yapı içinde yeni stratejiler uygulama olanağını da büyük ölçüde ortadan

kaldırmıştır. Sonuçta, ABD, dünyanın en stratejik bölgelerinden Orta

Doğu’daki egemenliğinin altının oyulmaya başlandığını ve bu sürecin devam

etmesi halinde bölgedeki egemenliğini yitirebileceğini görmüştür. Bu

nedenle, Irak meselesi, ABD’nin küresel rolü ve arzuları, bölgesel amaçları

ve Irak’taki çıkarları şeklinde genelden özele gidilerek incelendiğinde

ortaya çıkan tablo, ABD’nin Irak’taki saldırgan ve Orta Doğu’daki

revizyonist politikalarını açıklamaktadır: Kürenin hegemonu, dünyanın en

stratejik bölgelerinden birisinde ciddi anlamda güç yitirmeye başlamıştır.

Mevcut araçlar büyük oranda başarısız olmuş, dahası araçların başarısızlığı,

bölgedeki mevcut yapının ABD aleyhine gelişmesine yol açmıştır.

 

Bütün bunlar bir yana Orta Doğu’da ABD karşıtlığı her geçen gün artmaktadır.

Siyasal İslam, Körfez Savaşı’ndan sonra ikinci bir yükseliş eğilimi

yakalamıştır. 1979 İran İslam Devrimi’nin yarattığı dalgadan farkları olan

bu yeni yükselişi çok güçlü bir ABD karşıtı ortam yaratmaktadır. Bu

yönelişin en önemli nedenlerinden biri Arap dünyasındaki ideolojik boşluğun

yarattığı ortamdır. Pan-Arabizm’in Körfez Savaşı’yla aldığı darbe Arap

milliyetçiliğini ciddi oranda etkilemiştir. [38] Bunun yanı sıra Nasırcı

geleneği takip eden ‘radikal’ Arap rejimlerinin iç ve dış politikaları

nedeniyle uğradıkları meşruiyet kaybı Arap dünyasındaki önemli bir ideolojik

kutbun ciddi anlamda erozyona uğramasına neden olmuştur. Bunun karşısında

Körfez’deki ümmetçi rejimler de siyasal meşruiyet kaybıyla karşı

karşıyadırlar. Bu süreçte, demografik sorunların rolü büyükse de, bu

rejimlerdeki yolsuzluklar çok etkili bir diğer faktördür. Dahası,

modernleşmenin ve küreselleşmenin etkisi ve baskısı altında kalan Arap

toplumundan yükselen muhafazakar tepki, kendini siyasal anlamda da Siyasal

İslamla ortaya koymaktadır. Bu sürece tüm Arap ülkelerinin ortak dış

politika sorunu olan Filistin mazlumluğu da sürekli olarak eklenmektedir bu

konuda kendilerinden başarı beklenilenen ancak bunu başaramayan Arap

devletleri kendi halklarının gözünde meşruiyet kaybına uğramaktadırlar.

Gelişmelerin ABD açısından en kötü yanı ise kendi aleyhine gelişen

durumların yalnızca rakipleri tarafından ortaya çıkarılmamış olmasıdır.

 

ABD mevcut sistemde değişikliğe ihtiyaç duymaktadır, çünkü 'kötü gidişat'ın

önüne geçememektedir. Bunun nedeni ise, sistemdeki kötü gidişi yaratanların

düşmanları kadar, hatta çok daha fazlasıyla bölgedeki müttefikleri oluşudur.

 

 

 

 

Serhat ERKMEN/STRATEJİK ANALİZ DERGİSİ-Mart sayısı